başı boş

02:34 23 Mayıs 2009 Cumartesi

18 mayısta tuttuğum dilek gerçekleşmedi ama öğrenci işlerindeki gazi abiye teşekkürler.

beyin ne değişik bir organdır. en çaresiz anlarda, çıkmaza düştüğümüzde bulduğumuz saçma sapan fikirleri bize mükemmelmiş gibi yutturup umutlandırır. mum üflerken bile bu fikirlere bel bağlarsınız. bir yalandır aslında herşeyi başlatan. kurnaz beyninizin size renkli ambalaj içerisinde sattığı. yalan gibi görünmez kılıfının içinde. küçük bir aldatmaca sanırsınız. ve dahiyane yalanınızı söyleyip hedef kitlenizi inandırana kadar heyecanla her sabah ayrıntıları düşünürsünüz. ve silsile başlar. yalan silsilesine gebe fikir silsilesi.masumane yalanın her açık noktasını kapatacak yeni yalanlar üretirken geçen zamanda farkında olmadan alışacaksınız. doğru olanı yaptığınızı sanacaksınız. yalan olan şeyi gerçekle karıştıracaksınız. sizi izlerken beyniniz asıl dahinin kendisi olduğunu düşünerek kibirlenecek. sizi nasıl kandırdığını görerek kahkahalarla gülecek (kendisini dahi sanan beynin de bunu yalan söyleyerek yaptığını farkettiniz umarım:)) düzmece bazılarına zarar verecek. düşüneceksiniz. yeni yalanlar düşünere, hatasız bir düzenek olduğuna inanmak inandırmak isteyeceksiniz. doğal olduğuna inandığınız sahteliğe her düşünme anında yeni eklentiler yapacaksınız. her an kurguladığınız senaryo hayat biçiminiz olmaya başlayacak. biçimlendirdiğiniz bu olgu her eklentide büyüyecek. siz büyüyeceksiniz, hayatınız büyüyecek. kendinizi devasa hissedeceksiniz. sizden büyük olmayacak. değişimi eleştiren küçük kalmışlara üstten bakacaksınız. arkasını dönenleri umursamayacak hayalinizi canladırmaya devam edeceksiniz. inanacaksınız.
şanslıysanız hatırlarsınız; renkli ambalajında satın aldığınız aldatmacayı. kendi çevrenize ördüğünüz uyduru seddini. ve akıllıysanız farkedersiniz; bu uyduruda yazılanların tamamen hayal ürünü olduğunu. yalanlar silsilesi olduğunu. güçlüyseniz bu farkındalığı göz ardı etmez gerçek olanı üretirsiniz. gerçeği üretmek istiyorsanız; beyninizi kontrol edeceksiniz. başıboş bir beyin sahtelikten ibarettir. dahi olduğunuzu sanırsınız ama aslında koca bir yalansınız. kafayı sert bir betona vurmak (belki ranzanın üst katında; sabah uyandığınızda unutup ayağa kalkarken tavana çarpmanız, ya da alçak kapıdan geçerken başınızı eğmeyi unutmanız...) iyi gelir. en yükseklerdeyken bir anda düşmek gerçektir. ve gerçek olan ne kadar uğraşsanız da ulaşamayacağınız bir yakınlaşmadır. ne kadar yaklaşabilirseniz o kadar gerçek olacağınız döngüsü ise hayatın tanımıdır.

CSO yu hiç böyle görmediniz

23:52 19 Mayıs 2009 Salı

kronolojik olarak yazmam gerekirse dün geceden başlayayım. 18 mayısı 19 mayısa bağlayan gece (esasında 21 mayıs olması gereken) doğum günü partimle başlayayım. nacizane oda arkadaşlarımın süprizi olan 1 şişe tekilam ve 4 tane de şat bardağımın dışında kalanları da listeleyim. cipsler, çerezler, (tabiki tekila şat için gereken limon ve tuz), benim masada olduğunu hiç farketmediğim çekirdek, esra, derya ve merve. ve gerçek tazelikte, hazırlayan kişinin meyve kategorisinde sadece muz bulunduğunu anlamamızı sağlayan doğum günü pastası. küçük bir tepe şeklinde. karla kaplı bir tepe. zirvedeyse bir mum. mum üflerken tuttuğunuz dilekleri kimden istersiniz. tanrıdan mı? güldürmeyin beni tanrıdan doğum günü hediyesi mi istiyorsunuz yani. sizi yarattığı için teşekkür beklerken bir de üzerine hediye vermek mi? beni bile ürpertti. cimri midir sizin tanrınız. merhametlidir tamam onu biliyoruz da merak ettim cimri midir? tılsımı bitecek diye korkar mı? ben de bir dilek tuttum. kimden mi istedim dileğimi. henüz haberi olmasa da öğrenci işlerindeki bir çalışandan. mumu üflerken onu düşündüm. aslında çoktan istedim sadece duyabileceği şekilde değil. pastadan sonra alkol alamam; midemin bulanacağını hissetmiştim ki ikinci şatımda bunu kendime bir kez daha ispatlamış oldum. sabah akşam ağrı kesici içmekte bünyeyi fazlasıyla sarsıyormuş. yurt balkonuna bilgisayar çıkarıp balkonda tüm odaların gözü önünde dans etmek eylemimiz tekilanın etkisiyle olmasa gerek. kronoloji yazacağımı söylemiştim yine başaramadım; esasında en başına dönmem gerek. odaya gelmeyeceğimden korkan derya ve merve bana telefon ediyorlar ben akşam 9 a kadar telefonlara cevap vermeyince ufuğu arıyorlar. kütüphane de uyuduğumu öğrenmeleri de kesinlikle unutulmaması gereken bir olay. erken ama güzel bir doğum günü kutlamasıydı, özellikle arta kalan yarım şişe tekilam ve 1 koli eti puf ( 72 tane pu içeren; hediye dediğiin böyle olmalı).
cumhuriyet senfoni orkestrasını dinlediniz mi hiç. 19 mayıs etkinliği olarak gençlik konseri düzenlediler. betül ben derya ve acar (14 yaşındaki tek arkadaşımız:) konsere gitmek için A1 kapısında buluştuk. ulus dolmuşuyla tam da konser salonunun önünde indik (atatürk spor salonu). konserin başlamasına henüz 1 saat olmasına rağmen hiç beklemediğimiz bir kalabalıkla karşılaştık. sırada hemen önümüzdeki kırmızı ceketli dişleri görece bozuk teyze ( teyze dememize nedense arkadaşı hanımefendi pek alınsa da...) gençliğinde cem karaca dinlemek için spor salonun tellerinden atladığını iddia ederek bizi de o tellerden atlamaya teşvik etmeye çalışsa da her halde beynimizin randımanı oldukça düşmüş olmalı ki hangi tellerden bahsettiğini anlayamadık. hiç davetiye bulamayıp kapıdan geri çevirecek değiller ya alırlar diye gitsekte betülün ablasının arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz birinci keman bilgehanı da referans göstermeyi kafamıza koymuştuk. elinde bol miktarda davetiye tutan mavili teyeyi görür görmez yanına koşup fazla varmı diye sorduk. neyseki iki davetiye bulmuştuk. sıra ilerledikçe davetiyesiz içeri almayacakları söylentisi de artmaya başladı. neyseki girişte birinci keman bilgehanın ismi bizi içeri aldı. salon tamamen doluydu. annelerimizi aramış trt2 den konseri izlemelerini belki seyirciler arasından bizi görebileceklerini tembihlemiştik. konser başlamıştı, önümüzden geçen her kameraya bayrak ve el sallayarak gülümsedikten sonra telefonlarımızı kontrol ediyorduk. hakan aysevin harika sesiyle her şeyi untup atmosferde kaybolduktan sonra kimilerince çok beğenilse de fazla tiz bulduğumuz (sanırım soprano) görkem ezgi yıldırımın aşk-ı memnu seslendirmesiyle biraz kafamız karışmıştı. öyle tiz bir aman of diyordu ki bakakalıyorudk. hepimiz sorunlu kişilerdik. derya devammlı bayrağını kırdı. betül hiç birşeyi elinde tutamayıp yere düşürdü. ben kendi dengemi kuramayan ayağı takılıp düşen biriydim. acar en akıllımız olmasına rağmen nintendosuyla pokemon oynayarak seriyi bozmadı. içecek bir damla suyumuz yoktu. tango ve devlet halk dansları topluluğuyla nefeslerimiz kesilmişken 15 dakikalık ara nihayet verilmişti. zar zor bulduğumuz iki liraya iki şişe su aldık. acıktığımızı dile getirirken mükemmel insan betül çantasından piknik artıklarını çıkartıverdi (daha önce şenliklerde çok acıktığım bir sırada çantasından hamburger çıkarttığı için bu sefer pek şaşırmadım). poşette iki muz, haşhaşlı çubuk kraker, bir küçük paket cips ve bir kutu krem peynir vardı. muzları paylaştıktan sonra haşhaşlı çubuklarımızı peynire batırarark yedik (yine bir konser yine kafamız güzel değil ve yine çubuk kraker). konserin ikinci yarısı ise tek kelimeyle muhteşemdi. diğer CSO gösterilerine nazaran ıslık çalmak bağırmak dilediğimiz gibi alkışlamak serbestti. öyleki korodoki kızlar bile kimi yerde oynuyorlardı.alexander markov ve grubunun inanılmaz rock konçertosu ise evlere şenlikti. dinleyicilerin sakin oturabilmesine şaşırıyorduk zira biz yerimizde duramıyorduk (haşhaşında etkisiyle olabilir). markovun (keman virtüözü) çaldığı alet keman değildi, gitar hiç değildi tanrısal bir şeydi. solistin sesi, tavrı, duruşu... rock konçertosu muhtemel metal konçertosuydu. bas gitar çalan çocuk (daha sonra izbandut olduğunu farkedecektik) sahneye ilk çıktığı anda gözlerimizi kamaştırmıştı. en sonda attığı sololarla doruklardaydık gitarın son tınısıyla üşümeye başladık.aynı anda yüz kişiyle sevişmişti sanki. büyük bir orkestrayla rock müzik. kaçıranlar kelimesini bu yazımda kullanmak bile istemiyorum. şenliklerde bile bu kadar eğlenmemiştim. gösterinin sonlarına doğru sahne ışıkları azalmıştı ve markovun keman yayı ise star wars taki kılıçlar gibi ışıklıydı. görsel ögeler şahane, ışıklandırma kusursuzdu. arada bir mikrofonun sesi ksılsada öyle bir büyü vardı ki kimse ona aldırmadı.
konser bitiminde acarı dolmuşa bindirmek için ulusun en ucra köşelerine yürüdük. daha önce hiç gitmediğimiz, görmediğimiz yerlerdi ve saat akşam 22:30 sularındaydı. nedense dilimize hey 15li 15li şarkısı yanı sıra tesadüfen duymayı bile hiç istemediğimiz ibrahim tatlısesin bebeğim şarkısı takılmıştı. ulusun en kuytu sokaklarında kaldırımı evi ilan etmiş çuvalların üstünde yatan amcanın kokusunu hala atabilmiş değilim burnumdan. dolmuşlarda 10 dan sonra gelmediği için aynı ylları tekrar yürüyüp bir de nedenini hiç sorgulamadan ulustan güvenparka yürümeye başladık. herkes yorgundu, kimse yürümek istemiyordu, nereye gittiğimiz herkes tarafında bilinse de hala muammadır neden hiç birimizin dolmuşla kızılaya geçmeyi önermediği.bir taraftanda para vermememiz iyi oldu. gittiğim özel dersten aldığım bütün 100 liranın cebimde varlığını hissetmek güzeldi. ancak ne yazıkki cebimdeki duraklaması bir gün bile sürmedi. çarpanlara ayırmak güzeldi x ve y leri...

damlaya damlaya göl olur...
lokantaya gitiğimde iki kişi vardı. benimle birlikte 3 olduk. o sırada telefon eden betül az sonra gelecek arkadaşımızın doğum gününü kutlayacağımızı pasta almamı söyledi. hemen yan taraftaki serender pastenesine gittim. tek kişilik küçük bir pasta almak olmazdı. büyük pastaların en küçüğünü alacaktım. 12 liralık ve 14 liralık pasta arasında tereddüt ettikten sonra 2 liranın hesabını yaptğım için kendime kızdım ve 14 liralık pastayı aldım. gelecek kişi sayısının yaklaşık 15 olmasına rağmen ancak bütçemin yettiğince aldığım pasta 4 kişilikti. pasta paketlenirken tereyağlı ve fıstıklı kurabiye ikram ettiler. beni şaşırtansa limonata ikramı oldu.pastanelerde kurabiye ikramına alışkın olsam da limonata ikramı pek görülen bir şey değil ne de olsa. gerçi en son tunalı hilmide gittiğimiz pastane de turtanın yanında susamdan sepetin içinde köpükler arasında meyve sepeti ikram etmişlerdi. derya her ne kadar karşı çıksada hala o sepetin tanrısal olduğuna inanıyorum. limonata mı daha bitirmemiş olsamda hesabı öderken son ikram edilen çikolatayla birlikte pastaya verdiğim parayı çoktan unutmuştum. tavukçudaki garsona yemekten sonra pastayı getirmesini rica ettim. bu arada bizimkiler teker teker gelmeye başladılar. nurhan'ın doğumgünü olmasının yanında aytuğ'un gidişi (mezuniyet yakındır teker teker dökülür öğrenci milleti) nedeniyle düzenlenmiş bir yemekti. lokantada (adı lokanta olsada siz çok lüks bir restoran hayal edin) 2 kere masa değiştirsik. sayımız fazla olduğu için sığamıyorduk. bahçeye çıkmaya karar verdiğimizde yaklaşık 12 kişi vardık ve bu üçüncü ve son masa değiştirişimizdi. aytuğ'un kendi şerefine düzenlenen yemeğe yaklaşık bir buçuk saat gecikmesi tabiki de masanın konusu oldu. öneriler üzerine 9 buçuk liralık tavuk külbastı siparişi verdik. 3 koca kasede salata geldi masaya. (ikram olduğunu sandıysanız gülerim halinize). ekmek tabağı geldiğinde içinde daha önce hiç yemediğim ve tadına bakar bakmaz ondan mahrum kaldığım için üzüldüğüm mısır ekmekleri vardı (onların ikram olduğu şüphesiz, ekmek ne de olsa ve karadeniz mutfağındayız). külbastı gelene kadar ben mısır ekmeklerini bitirip, salatayı arasına koyarak bir de ufak pide yedim. bu arada masada devamlı fotoğraf çekmekle uğraşan betül yemeğin sıcak lezzetini ne yazıkki kaçırdı. kesinlikle verilen paraya değecek bir yemek olduğunu söylesemde hesabı öderken içim acıdı. yemeğimizin sonuna yaklaşırken garsonlardan biri yanıma geldi sessizce şaşkınlığı yüzünden okunarak sordu:
"o pastanın hepinize yeteceğinden emin misiniz?"
15 kişilik masaya getireceği pastanın kutusunu açıpta boyutlarını görünce oldukça şaşırmış olmalı. servise gerek olmadığını mumlarla pastayı getirseler yeteceğini söyleyip doğum günü kızı nurhan'ı gösterdim. biraz sonra diğer garsonlar herkese peçete ve çatal bıçak servisi yaptılar. porselen tabakları dağıtmaya başlamışlardı ki aslı ve ben engel olarak:
"gerek yok boşuna kirletmeyin zaten küçük ortadan yeriz"
diyerek oldukça akıllıca iş yaptığımızı düşünüyorduk. mumlarını üflerken dilek tutan nurhan pastayı kesmeye başladı. 4 kişilik pasta büyük zorlamalarla 14 kişiye yetebilecekti. 7 parçaya bölmek için büyük mücadeleler verildi. o ufak dilimlerden bir tanesini iki kişi paylaşmak durumundaydık. masa uzun ve kalabalıktı. herkes pastaya uzanamayınca pratik zekamızı kullanarak hemen çatal ve bıçağın üstüne konması için getirilen peçeteye yerleştirerek pasta servisimizi yaptık. bizi gören garsonlar şaşkınlık içerisinde porselen tabakları geri getirdi.
"tabağa koysaydınız"
cümlesi dillerinden dökülürken beden dilleriyle yalvarıyorlardı:
"lütfen bizi rezil etmeyin. tabak denilen bir şey var. alın bunlara koyun. dışarıdan biri görse ne der" demekteydi.
o anda zaten hepimiz medeniyetten ne kadar uzak olduğumuzu farkedip kahkahalara boğulduk. peçete üstündeki ufak pasta dilimlerimizi porselen tabaklara aktarıp boğulmadan gülerek yemeye çalıştık. bu arada aslı garsona çay ikram edip etmediklerini sorduktan hemen sonra masamızda çaylarımızda yerini aldı. garson artık kalkmamız gerektiğini düşünmüş olsa gerekki hesabı ayrı ayrı mı yoksa toplu mu ödeyeceğimizi sordu. ayrı ayrı ödeyeceğimizi söylediğimiz için de adisyonun üstünde ince hesaplar yaparak geri geldi. ne yazıkki biz o esnada ayrı ayrı ödemekten vazgeçmiş toplam hesabı 14'e bölüp otak ödemeye karar vermiştik. detyalı hesapları boşa gitse de güler yüzünden vazgeçmeyen garson sabırla hesabı aldı. henüz doyuma ulaşmadığımız için ne eve ne de yurtlara dönmek istedik. ilk adres olarak tabu kafeye gittik. 4. caddeden 7. caddeye geçerken medeniyetten uzaklığımıza; peçete üstünde pasta değıtşımıza, adamın porselen tabakları getirmesine, yalvarırcasına bakışına, 3 kere masa değiştirmiş oluşumuza ve hesabı öderken garsona iki kere hesaplatmamıza gülmekteydik.tavukçudaki garsonların sabırla ve güler yüzle servis yapmalarını hatırlatmassam ayıp etmiş olurum. tabu kafede su, soda ve nargile siparişi verdik. pet şişedeki suların yanında bardak gelince şaşırdık doğal olarak zira tabak ve bardak kültüründen (medeniyetten) habersiz insanlarız hepimiz. çeşmeye hortum bağlayıp içmekten ötesine de geçemedik. dolapta dünden kalan yarım pasta ve asidi kaçmış kola var. bugün sadece tadına bakabildiğim pastaya ithafım olsun.

susam simit

00:04 14 Mayıs 2009 Perşembe

el açması gözleme yanında yayık ayran...
iştah açıcı ve de güzel olmaması imkansız görünen ikili.
Merve'yle birlikte ODTÜ çarşısı en üst kat susam simit adlı kafedeyiz. yurt kantininden alıp paylaştığımız bol kaşarlı tostun ardından güzel bir kahvaltı umut ederek gittik. arka tarafta yeni işe alınan gözlemeci teyzenin hemen önündeki tahtadan masaya oturduk. gözlemeci teyze yere kurmuş mekanı. bir yandan yufka açıyor bir yandan oturan gençlere bakıyor. sesi de tam gözlemeci teyze sesi. hafiften ince sesli ve ulamaları belirgin cümleler kuruyor. tabiki gözleme siparişi verdik. bir taraftan da izliyoruz. bir farkettik ki yastağacın önünde poşet poşet hazır yufkalar duruyor. teyzenin mekan öyle kurmaca ki kendinizi bir köy evinde sanabilirsiniz. ve bu atmosferde modern olan hiç bir şey beklemeyeceğiniz için olanları da farketmiyorsunuz. (hazır yufkayı modern yaşamın bir ürünü olarak ele aldım farkettiyseniz). bizi kendimize getiren hazır yufkalardan sonra esasında gözleme harcında da oldukça cimri olduğunu farkettik. susam simit işletmecisi bu esnada teyzenin yanında durup sessiz ama yok sayılamayacak bir sertlikle konuşmaya başladı (hemen önündeki masaya oturduğumuzu hatırlatmama gerek var mı?):
"düzgün yap şu gözlemeleri, biz bunları parayla satıyoruz. günden güne daha iyi yapman gerekirken daha kötü yapıyorsun"
gözlemeleri denetleyen işletmeci bir arkadaşıyla konuşurken teyze gözlemelerden birini çevirdi. yufkanın o yüzünün yanmış olduğunu o anda sadece üçümüz görmüştük. teyze endişeli gözlerle işketmeciye baktı. hızlı hareketlerle yanık gözlemeyi sactan alıp tepsiye koyuverdi. servis yapan (ki bu amca biraz sonra bizim oturduğumuz masayı yandaki iki masaya birleştirmek için bizi yer değiştirmeye ikna etmeye çalışırken işletmeci gelip "niye geçmesinler onlar bizim devamlı müşterimiz en gözde müşterimiz diyecekti) amca gelip yanık gözlemeyi tepside dilimleyip siparişi veren kişiye götürdü. ilk önce benim ıspanaklı ve hazır yufkaya yapılmış gözlemem geldi. tadına bakınca işletmeciye hak verdim. merve görece daha şanslıydı peynirli gözlemesinin tadı iyi olmasada en azından el açması yufkaya yapılmıştı. susam simitin devamlı ve gözde müşterileri olarak masa değiştirme önerisine hayır diyemedik (!). yeni masamızda oturmuş önemli bir konu üzerine tartışırken yanımıza gelen genç garsonun elinde büyük fincanda çay vardı. gayet normal olan "çay ister misiniz?" sorusuna hayır diyip teşekkür ettiğimizi görünce hiç beklenmeyen "yarı fiyatına" cümlesini kurdu ve gitti. ciddi olan tartışmamız yarıda kalmış afallamıştık. merve kendisini tutamayıp kahkahalarla gülemeye başladı. çay her halde ellerinde kalmış olmalı. son olarak, sigarama eşlik etsin diye içmekte olduğum ince belli bardaktaki çayımı derse geç kaldığımızı farkedince tek seferde bitirmek zounda kaldım. endüstrileşmiş gözleme kültürüne (otantik atmosfere) yakışır biçimde geleneksel içeceğimiz çayı fondip yaparak hesabı ödemeye yöneldik. 11 lira ödeyerek kahvaltımızı sonlandırdık.

salı gecesi stadı

00:18 13 Mayıs 2009 Çarşamba

reklam yapmayı yasakladığımı biliyorum ancak bu bir reklamdan çok betimlemeye başvurulmuş durum anlatısıdır:
efes pilsen şapkalarımızı salı günü stadı şapkası yaptık. ve salı akşamları stad buluşmalarına yanımızda getirmeye karar verdik. ufuk okumaları fotokopiye bırakacak, derya biraları alacak, ben de konuşmaları yapacağım;) isteyen buyursun gelsin. 1 kişi farkeder, anlatınca iki kişi olular. 3 kişi tartışırlar (ki tartışmaların sonunda akılda soru işaretleri kalması gerekir:):)) 4 kişi- 5 kişi- 6 kişi......(buraya yan yatmış 8 şeklinde olan sonsuz işaretini koyacaktım klavyemde bulamadım. ah kalemim vah kalemim. özgürdüm kafamdaki şekli çizerdim)
bilgisayar mühendisliğinin binasına bilgisayar mühendisi değilsen giremiyorsun diğer kimlikleri okumuyor kapı. neyseki bilgi-işlemciler biz öğrencileri ve özellikle 3 kişilik nacizane salı gecesi stad grubunu düşündükleri için binayı açık bırakıyorlar.
şenlik zamanı zula yapmak gerekliliğinden bahsetmiştim hatırlarsanız. şenlik çoktan bitti. kafam da güzel değildi gerçi ama yazmamışım işte o ara. iki şarabını da kapıdaki görevlilere kaptıran derya'ya bir moral alkışı lütfen. millet konserde coşarken evinde pinekleyen ufuk'a kahkaha ve ayık kafalarla çubuk kraker eşliğinde konser alanında turlayan betül le bana da vah vahlar...
şenliğin kahramanı kırık bacağıyla kavga etmeye çalışan taylan (ismini tesadüfen duydum zira insanlar onu durdurmak için koşuyorlardı "taylaaaan duuuuuuuurrr") adam ayağının kırık olduğunu unutup değneklerle diğer çocuğu dövmeyi amaçladı. şenliğin kahramanıydı kendisi tanımasakta kendisini. hepimiz taylanız be yav.
istanbul'dan şenlik için aramıza katılan eski oda arkadaşım ve ekibini de yaratıcı beyinleri için kutlarken uyuşuk bedenleri yüzünden kınıyorum. şenlik boyunca seyyar sandalyeyle gezip her bekleme anında sandalyeyi açıp oturdular.
ilk başta isminin ted olduğunu söyleyen betüle ceren bana selin diyen şahsa en son zahit adını takmıştık. kusura bakma kardeş saçma cümlelerin da olmasa silinip gidecekmişsin akıldan.
ve son olara ta bir ay önce ne olduğumu anlamadığı halde grip olduğumu varsayarak bana antibiyotik yazan doktor umarım şenlikte çok eğlenmiştir. şenliğin ilk günü zatüre şüphesiyle gittiğim diğer doktordan ses tellerimin bir aydır iltihaplı olduğunu öğrenmeme vesile oldu. doğru ilacı içmeye bir ay sonra başlamak ve bunu şenliğin ilk gününe denk gelmesi de çubuk krakere rağbet etmemi sağladı. ALES mahkumu betül de beni bu konuda yalnız bırakmayınca bizim için bu seneki şenliklerin sembolü çubuk kraker oldu.

" ey zahit şaraba eyle ihtiram
insan ol cihanda bu dünya fani
helaldir ehline na-ehle haram
biz içeriz bize yoktur vebali
...."
edip harabi


zorhane

03:02 12 Mayıs 2009 Salı

öğrenciliğe başladığımdan beri (ki bu başlama zamanı hayatımın en güzel zamanlarıydı; henüz 7 yaşımdaydım) ikinci dönemin sonlarına doğru bu bunaltıyı yaşarım. senenin yorgunluğu mu denir katlanılan şeylerin sonuç getirmediğine şahit olmanın burukluğu mudur bilinmez. ancak gerçek olan şu ki okul her türlü bir zorunluluktur. sınıf arkadaşları olmasa hangi çocuk okula gitmek ister. her sabah 8 de kalkıp akşam 3 buçuğa kadar kim gider. sırtında yüz bin tane kitapla. aslında ilkokul anılarmı yazmak hiç istememiştim ama ben hep kitapları çantama koymayı unutup boş çantayla giderdim;);)
2 dönem boyuncada okul hayatının gelişime sağladığı katkı gereksiz derslerde geçirdiğimiz boş vakitlerden daha az olsa gerek ki dönem bitimine yakın hiç bir derse gitmek istemiyorum. ve ödevler saçma gelmeye başlıyor. ilk kez dönem içindeki dersleri ciddiye almışken sonunda herşeyi bir anda bırakıp finallere girmemek fikri aklımı kurcalıyor.
özgür bırakmak istiyorum bedenimi, ruhumu, kayıtsız, şartsız, ve zorunluluklardan arınmış...

sorulara bakıpta evet cevabı biliyorum demenin nasıl bir his olduğunu unutmuşum. eski bir dostumu görmüş gibi oldum.
"bu da sana kapak olsun" cümlesini duymuşsunuzdur. duyduğunuzda sizin aklınızda nasıl bir kapak canlanıyor? benim kafamda hep düdüklü tencere kapağı canlanıyor. acaba bu bir kişilik analizi testi olarak uygulamaya konulabilir mi?

su şişesi kapağı hayal edenler;
küçük şeylerle mutlu olmayı biliyorsunuz. hayattan çok fazla beklentiniz yok. önünüze gelenlerin iyi olmasını dileyerek kaderinizi yaşamayı tercih ediyorsunuz.

dolap kapağı hayal edenler (bunu da gruplara ayırabiliriz aslında; buz dolabı kapağı, giysi dolabı kapağı, ecza dolabı kapağı...vs);
görünüşe hiç önem vermiyorsunuz. içi dolu olan her şey sizin için değerli. kullanmadığınız eşyaları atmaya ya da bir başkasına vermeye kıyamıyorsunuz. eviniz yakında antikacı dükkanına dönecek böyle giderse.

çöp kutusu kapağı hayal edenler;
geçmişe takılmıyor anı yaşıyorsunuz. kendinizden başka hiç bir şeye değer vermiyorsunuz. hiç bir şeyi bitiremeden hep yeniden başlıyorsunuz. şansa oldukça ihtiyacınız var gibi görünüyor.

tencere kapağı hayal edenler;
azla yetinmiyor hep daha fazla istiyorsunuz. zihninizde kapak canladırma işini fazlasıyla yapmanız bu yüzden olmalı. gözünüz o kadar yükseklerde olursa hayal kırıklıklarından şikayet etmeye daha çok devam edersiniz.

bidon kapağı hayal edenler;
yazın çalışan karıncalar gibisiniz. otobüs biletlerinizi 3 ay önceden alıyor, hiç bir işi ertelemiyorsunuz. her konuda tedbirlisiniz. hayata hazırlıksız yakalanmak hiç istemiyorsunuz. yolunuz açık olsun.

kavanoz kapağı hayal edenler;
bu kadar pinti olunmaz. her şeyi konserveler halinde biriktirirsiniz siz. kimseye de göstermez hepsini kendinize saklarsınız. hiç bir şeyinizi kullanamadan ölüp gideceksiniz.

kitap kapağı hayal edenler;
bu cümleyi duyunca tüm karizmanızı, sert duruşunuzu kaybettiğinizi düşünüyorsunuz. bu zamana kadar edindiğiniz birikim bitti.
açarlar merak etmeyin, o kitabı tekrar açarlar. bir çırpıda da okuyuverirler. ama yine kapatırlar.

:):) eh hadi bakalım bu da size kapak olsun... hayatta başarılar:):):)

pekala iki gündür odadan çıkmıyorum bu ikinci gün. iyileşmek umuduyla bu sıkıntıya katlanıyorum. ancak ve ancak an itibariyle dayanma limitimi zorlamaktayım. dün gece öksürmekten uyuyamayan ben bu gece de aynı şeyin olmasından korkuyorum. bir daha ıslak çamaşırları yatağımın üzerine dizmeyeceğim. of ne uzun tatil oldu. pazartesi gelse ben iyileşsem. koşuşuturmaca başlasa. ben bunalsam yazı yazsam, yok hiç biri yok. ne kötüymüş tatil, insan depresyona bile giremiyor tatilde. hiç dışarı çıkmadan iki gün. iki koca gün. şükran yiğit'in "bir akdeniz kedisinin hatıraları" kitabını okuyun. (teşekkürler ufuk kitap için). akıcı anlatımı olan kitapları bir çırpıda okuyuverirsiniz ya bu öyle değil. siz kaptırmış okurken devamlı engellemeye çalışacaksınız kendinizi. hemen bitmesin biraz daha okuyabileyim diye:):) bir de öksürükten kurtulmak için bal yiyin. tamamen kesmiyor ama boğazı rahatlatıyor. çocukluğumdan kalan bir anımsama da karabiberle balı karıştırıp yemek öksürüğü engellemek için ancak bu anımsama bir yanılsama olabilir:) diğer öğrendiğim şey ise sirkeli suyun ateşi düşürdüğü. hayır bunu uygulamadım ancak uygulayan bir arkadaşım anlattı. onun da babaannesi yaparmış. kedisi de bir akadaşı üzerinde denemiş ve sonuç olumlu çıkmış. biz de bu bulguyu yayımamaya karar verdik:)
çok sevgili dostum betülün kedisi peynir hastalandı. peynirgemisi adlı blog sayfasınsa betül peynir'in gözünden hayatlarını anlatmaya başladı. blogun tam adresini buradan yayımlarım. peynire ve bana acil şifalar hepimize geçmiş olsun. sıkı giyinin. üşütmeyin. şenlikler yaklaşıyor zulalamaya başlayın. bir de solunum yolu hastalıklarından birine yakalandıysanız sigara içmeyin. ben de üstümü giyinip biraz dışarı çıkayım...

çıngırağımı sallayarak
tepkisizlik olarak kendisini gösteren tepkime eşlik ediyor
sigara kokan parmaklarımı gül suyuna batırıyorum.
yırtık pantolonuma yama yapıyor
tozlanmış kitaplarımı geri dönüşüm kutusuna atıyorum.
kokularımla fayanasları siliyor
rujlarımla resmi kağıtlara yapıyorum.
egosundan kurtulamamış bedenimi yıkıyor
saçlarıma rasta yaptırıyorum.
hiç yıkamadan hep aynı t-şörtü giyiniyor
evimin kapısını kilitlemiyourm.
siyah giyinmekten vazgeçiyor
giyinecek başka renk bulamıyorum.

"yaşamak istemem artık aranızda" diyip ölebilsem keşke ben de çok sevgili kişi gibi. ama nerde? bari umrumda değil diyebilsem. iki arada bir derede bok gibi hayatı yaşamakla yükümlü, sonu belirli sonsuzluğa gidişlerden sıkıldım, bunaldım, bıktım ve bu anlama gelen tüm kelimeleri oldum.daha önceki sorunun cevabını şimdi verebilirim aslında;"belkide içimdeki karanlığı sadece yazılarımda gösterebildiğim için karadır yazılarım".sınır çizgisi kişilik bozukluğu özelikleri göstermek istemem. sigara dumanına boğulmuş gazetelerden bahsetmiştim hatırlarsanız. ve daha sonra bu gazeteden başıma şapka da yapmıştım. tanımadığım bir insan beynime yerleşmişti ve köy kahvesinde çaycı olmuştum. hayatın içinde aktiflik sıkıcılıktan terfi etti. :)) neden mi gülüyorum yanılgınıza güldüm. ne önemi var. ben neyi biliyorum ki? e hadi bakalım sizin dediğiniz gibi olsun. alın pulu şallarınızı omuzlarınıza, postallarınızı ayaklarınıza da sıkılmayın.yasınızı tutanlara da güleceğim. ve cenazenizde renk renk giyinip, flight of the conchords eşliğinde leblebi tozu çekeceğim.haklısınız ama siz de ben pasifist bile olamayacağım. o bilet sırasındaki çocuk olarak kalacak.

hayata da değil aslında. zorunda olmaktır belki kızgınlığı tetikleyen. yaşamak zorunluluğu. gereklilikten tiksinirsem bu mu oluyordu. kim anlatmıştı bu hikayeyi bana. yoksa daha önce rüyamda gördüğümü sandğım olaylardan mı? ya da hepsi şizofren olan benin uydurması mı? bir hayat mı hayalettim. yoksa ben mi hayalettim. yoksa hepimiz hayal ürünü et yığınları mıydık. ya da gerçek olan hayatın ürünleri mi? daha fazla sigara yok, alkol yok. ne için? olsa ne olur olmasa ne olur kötü kokudan başka? savaşçı ruhun yenilmemek için yalvardığı görülmüş müdür? yenilmek mi daha çok acıtır, acınılarak elde edilen zafer mi? yenilgiyi bile kazanması gerekir oysa. daha fazla savaş yok, acı yok. ne için? olsa ne olur olmasa ne olur biraz daha fazla kandan başka?
boşvermişlik te değil aslında. boşa çıkmalarıdır belki çabalardan vazgeçiren. savaşmak zorunluluğu. kazanmayı istersem bu mu oluyordu. kim anlatmıştı bu hikayeyi bana. yoksa daha önce rüyamda gördüğümü sandığım olaylardan mı?

Az önce anladım ki artık kimse buralara gelmez olmuş. Blog okumaz olmuş. Facebook çıkınca herkes oraya yazılanlara bakar olmuş. Şu yalnız blog sayfamı terkedilmiş bir köy kahvesine benzettim. Çay demlene demlene zifiri karanlık olmuş, tadı acımış ama altındaki su inatla kaynamaya devam etmiş. Köylüler sallama çay içip okey oynar olmuş. Ben hem okurum hem yazarım, yalan dünya senden de bezdim.

pilastik bardağımda bira, gazeteden şapkam başımda. suda boğulmuş şarkılar dinliyorum. mavi ve mor arası ışık var; ara ara sönüyor. dans eden yok. herkes içiyor; ortam güzelleşiyor. elimde bir kağıt sallıyorum. para sanıyorlar; daha o kadar kafayı bulmadım. bir telefon numarası. bardağımın altına yapışmış. kimin diye soruyorum. aramak gelmiyor aklıma. geçmiyor aklımdan. tekrar bardağın altına yapıştırıyorum. denge bozulmasın. her şey yerinde kalsın. yüksek taburemden kalkmak oldukça zor. başım dönüyor renkler karışıyor. kafamın içinde hareketli resimler var. ama gitme zamanı geldi. bardak boş. telefon numarasını çeviriyorum; 'kimsin?'. resimdeki adam. nasıl konuşuyor benimle. ne söylerse o geliyor görüntüye. o isterse dönüyorum, isterse düşüyorum. çıldırmak üzereyim. telefonu kapatıyorum. susmuyor. yere atıyorum. susmuyor. kırıyorum susmuyor. kafamın içinde. hep konuşuyor. çok konuşuyor. KİMSİN? kafamı tutuyorum, bastırıyorum. 'SUS' diye bağırıyorum. susmuyor. beynimden kurtulmalıyım. herşey birbirine girdi. bir sürü resim ayır edilmiyor. ses hangi kelimeye dönüşürse onu yapıyorum. başımdaki şapka düşüyor. büyük harfle yazılmış haberi farkediyourm; 'İNTİHAR'...

kabuslar başladı yeniden.
sahteliklerin yanılgısı.
gizlenmişlerin açığa çıkışı.
buruşmuş gazetenin arkasından, kahvenin dumanına boğulmak başladı.
savaşmak.
ayağa kaldırdı yenilgi.
kaybediş dirildi ruhta.
başladı mücadele.
devam ediyor...

Uçamazlar....
Gerçeğe yaklaşım bunu gerektirir. Tevazu sahibi olmak erdemdir de bunu bilen pek azdır. Gösterimci duyguları üstüne giyinenler gerçekten bihaber şıklıklarıyla avunurlar. Dışavurumun doğası gereği görüntüleri hep akıllarındadır ve bununla saygı beklerler. Sahip olunandan fazlasını varmış gibi göstermek şarlatanlıktır oysa. Gizlemek değil gereken; göze sokmamak.

ne kadar sıradan da olsa bir kelime çok şey anlatır zaten. vaktiyle beğenmediğin şarkılar anlamlı gelmeye başlar."büyümek" kelmesi de sıradan değil midir? kelimenin sıradanlığı eylemi de sıradanlaştırmaz m? neden, büyüdüğümüzü farkedince sanki çok farklılaştık sanırız.

aydilimi.spaces.live.com adresindeki blogumu buraya taşımakla taşımamak arasında gel-gitler yaşıyorum yeni bir başlangıç mı yapsam? yoksa sıfırdan almanın hafifliğini önemsemeyip yazılarımla mı taşınsam? ne yaşadıklarından ne de yazdıklarından vazgeçmemelisin.
çok yakında...
diğer yazılarımı buraya taşır taşımaz başlıyorum...