başkalaşım

22:57 23 Eylül 2009 Çarşamba

an itibariyla hayal kurmayı yasaklamış bulunmaktayım. bunca yıldır kurduğum sayısız hayallerin beni bir sonuca getirmiş olması beklenir. oysaki ben hala kendi ağacımın gövdesinde aynı yükseklikte sürünmeye devam ediyorum. başkalaşım geçirdiğim zaman hangi renklerde kanatlarım çıkacağını çok merak ediyordum oysa. bu süre uzadıkça yeni renkler hayal ettim. başkalaşım geçirememekten korkmaya başladım zamanla. her kelebek gibi gelişeceğimden emindim ancak akranlarım çoktan öldüler bile.
ölümsüz müyüm?. "the man from earth" filmindeki adam gibi hiç büyümeyecek miyim?

-the cure caterpillar-

gündem

18:17 17 Eylül 2009 Perşembe

  • Erdoğan: Çıkarılacak dersler var
  • Anne Karabulut Garipoğlu'yla yüzleşseydi...
  • HSYK’ya şüpheli zarf
  • Altaylı: Garipoğlu ailesi onu Suriye’den getirdi
  • Elektriğe yüzde 10 zam geldi
gündemden ana başlıklar. farkettiniz mi?

bana sorarsanız en güzel meyve ne diye (ki sordunuz varsayıyorum) incir derim. hatta incirin tatlısını yapmanızı da isterim. tazesi, kurusu her türlü incire he derim. tabi mevsim itibariyle tazesi dururken de kurusunu istemem siz yinede alır gelirseniz yok demem. ancak kurusundan tatlı yapıpta gelseydiniz diye söylenirim. her yiğidin bir incir yemesi vardır. ben kabuklarını soyar da yerim. derseniz ki incir üzerine bu kadar kelam neden? dini bayramlar bende tatlıların sembolüdür. ve bekliyorum ki konudan komşudan hazır baklava almasınlar. bulurlarsa ev baklavası onu alsınlar. fıstıklı olmasın cevizli olsun. fıstık ya biranın yanına çerez olmalıdır ya da çikolatanın içinde,tahin helvasına da konulabilir (salam kesinlikle fıstık için uygun bir konak besin değildir). fıstıklı baklava ise kimilerine göre vazgeçilmez olsa da (özellikle içi fıstık dolu sarmalar) ceviz ilk sırada gelir benim için. daha önce de içinde ceviz barındıran yazılarım olmuştu:) cevizin içinde bulunması gereken ana tatlı ise incirdir. baklavası yapmayı bilmiyorsa konu komşu o halde cevizli incir tatlısı yapsınlar. ev baklavası nasıl yapılır biliyorlarsa bile kolaya kaçsınlar incir tatlısı yapsınlar. bu bayram tüm evlerde incir tatlısı olsun. hatta koka kolanın reklamlarındaki ramazan sofrasına bir de incir tatlısı koysunlar. çikolata şeker almasak ta tepside incir tatlısı sunsak.

notumsu: bilumum meyve tatlıları dadından yinmez :)

hasene ablamız var bizim. ayda bi kere (bazı aylar 2 kere) gelir evi dip köşe temizler. o günler kahvaltıyı onla yaparız öğlen yemeğimizi yeriz akşam yemeğine kalmadan 70 lirasını alır gider. tabi alacak parasını, mesleği bu. bugündüz yine bizdeydi. bayram öncesi temizliği için. daha önce onu hep çalışırken görmüştüm ancak bu defa karpuz kabuğu oldu aklıma düştü; acaba ne olmak isterdi? önce hemen sormak istedim;

"hasene abla bi şansın olsa hangi mesleği yapmak isterdin?"

bu sorunu cevabını hemen kendim verdim. daha doğrusu verdiği cevabı hayal ettim;

"devlet dairesinde bir memur olmak isterdim"

acaba gerçek cevabı ne olurdu; bir heykel traş olmak ister miydi mesela ya da fotoğrafçı. her hafta kaçırmadan izlediği dizinin baş rol oyuncusu olmak istemez miydi peki. sorsaydım soruyu aklına bunlar gelir miydi? küçükken doktor olmak istemiş miydi? peki içinde kalmış mıydı olamadığı şeyler yapamadığı meslekler. devlet memuru olsaydı evet istediğim işi yapıyorum, bu iş için yratılmışım ben mi diyecekti?

belki gerçek cevabı kendi mesleği olacaktı. çocukken de çok seviyor olabilirdi temizlik yapmayı. misafirliğe gittikleri evde toz görse dayanamaz silerdi. cebinde eşantiyon çamaşır suyu da taşır mıydı acaba? sonrasında hem sevdiğim işi yapayım hem para kazanayım mı demişti?

işini değiştirmek için çabalıyor mudur. yoksa kabullenmiştir de halini çocukları için mi umutlanıyordur. onlar mı doktor olsun istiyordur artık. tek başına olsaydı da hayatta aynı işi mi yapardı?

hiç birisini soramadım. herkesin kabullenmişliğinine alıştığını düşündüm. sanki doğduğundan beri bu işi yapıyormuş gibi davranılmasına. ona yazılan rolün bu olduğu sanılmasına. sorularla şaşırtmak istemedim belki de. çünkü bilirim farkındalığın dönüşü yoktur.

soğuk

19:40 16 Eylül 2009 Çarşamba

eylülün 9 uydu, sonbaharın ilk şiddetli yağmuru ankara'ya düşerken ben sokaklarında açık bir internet kafe arıyordum. doluya dönüştü yağış. hoşgeldin son bahar...

benim için çok hızlı geçen yaz mevsimi bitmiş anlaşılan. artık tişörtle çıkmadığımı farkettim. ince bir mont ve hatta ayağa da çorap. soğuğu özlemişim. işte yaşadığımı hissediyorum yeniden. yaz mevsiminin tüm karamsarlığı gitmiş üstümden. soğuk havada ısınmaya çalışmak. gerçeklik.

gecelerin daha karanlık oluşu ve gök gürültüsüyle eşsiz düeti. eve erken gelinecek artık üşümemek için. battaniye altında izlenecek filmler. fırınlar açıldığı zaman bunalmayacak insanlar. boş boş gezenler azalacak. işler yoğunlaşacak. öğrenciler okula gitmeye başlayacak. uğraşılar...

artık pek kalmadı ama sobalı bir ev bulsak. ayaklarımızı, ellerimizi hissetmezken, gözlerimizden yaş gelmişken girsek, toplansak sobanın başında ellerimizi uzatarak. soba fırınından cevizli çörek çıksa, çay yanında da. ayaklarımız ısınsa. kenardaki kanepeye doluşsak. bir battaniye örtülse üstümüze. sütlü kahvelerimiz uçarak gelse. film başlasa.

sabahları hep daha soğuk olur. yorganın altından hiç çıkmak istemesek. üşümemek için her zamankinden hızlı giyinsek. işimize, dersimize gitsek, yanmayan kaloriferleri şikayet etsek. kalın montlarımızla küçücük sandalyelere sığmaya çalışsak. soğuktan burnumuz aksa. tam bu sırada sıcacık bir çay ikram edilse. yanında da üzümlü kek varsa. tüm yaz mevsimlerinden daha keyifli olur.

eve gitmek için servis beklesek. yollar kapalı oluğu için servis gecikse. aç kalsak. durakta oturacak yer olmasa. victor hugo karakterlerini anımsatsak. otobüsün içine sıkışarak sığsak. fazlaca oksijen tükenmesine rağmen içerisi ısınmasa. soğuktan sızlayan ayak parmaklarımızın üstüne bassalar. eve gelince montumuzu bile çıkarmadan koltuğun üstüne uzansak. ellerimize hohlasak kızaran burnumuzu ovarak ısıtmaya çalışsak. o sırada bir bardak çay gelip avcumuza konsa. tüm yaz mevsimlerinden daha dinlendirici olur.

işten atılsak kışın başlangıcında. banka haciz gönderse. kiramızı ödeyemesek. evden çıkartılsak. barınma evlerinde yer kalmasa. inşaatlarda konaklamamıza izin verilmese. bulduğumuz çöpleri yakarak ısınmaya çalışsak. kibritimiz bitse. cenin pozisyonu alıp titresek. o sırada gökten zembille bir bardak çay inse. tüm yaz mevsimlerinden daha sıcak olur.

tekrar hoşgeldin son bahar. e hadi bi çay yapta içelim:)

luna ayda, luna parkta, luna ekmek üstünde...vs. gibi seriler yapmayacağım korkmayın:) (itiraf edeyim ben bile korktum uykum kaçınca; bu defa luna nerede diye)

erken kalkılması gereken sabahların gecelerinde vuku bulur uykunun alıp başını gitmeleri. akıllıcadır bu zamanlı ayrılış. pek önemsenmez çünkü yokluğu akşama kadar uyuma imkanı olan gün öncelerinde. nasıl ki diğer gecelerde yalnız bekler sahip olunmayı sabahlara kadar bu gibi gecelerde de habersizce gider bekletmek için.

sabaha kadar ayakta kaldığım günlerin bedelini ödüyorum. gerçek bir aşık olmamalıyım ki; söz veremiyorum uykuma bir daha bekletmeyeceğime dair. gözlerim kapalı bekliyorum en fazla yarım saat, sürpriz yapar gelir diye. gelmeyince yakıyorum ışığı. aklıma düşmüyor değil onun için endişelendiğimi sanması, bana ders verdiğini sanarak bir taraftanda yalnızlığıma üzülmesi. oldukça vicdansız olmalıyım ki yokluğuna dertlenmiyor gelene kadar oyalanacak şeyler buluyorum. geldiği zaman hiç bir şey sormadan sokulup yamacına uyuyacağım gerçeği ise duyarsızlığımı işaret edebilir. belki geldiği zaman bile bekleteceğim işim bitsin diye.

o ne mükemmel bir aşıktır ki, yine de alacak beni koynuna. umursamazlığıma içerlese de yakınmayacak. bahsetmeyecek yokluğunu farketmeyişlerimden, başka uğraşlarımdan.

çünkü bilir. kısa süreli yokluğuna alışkınlığımı. hele iki gün gelmesin nasıl perişen kaldığımı. ellerimin titrediğini, beynimin durduğunu, gözlerimin karardığını, rengimin sarardığını.

ama hiç bilmez; gece onun hakkında yazdığımı.

_bir süre sonra_

sanıyordum ki uyumam gerektiğini iyi bildiği için fazla bekletmeyecek gelecek. bu sanıdır işte duygusal gece yazısına neden. ancak insan ne kadar hoş görülü, ne kadar sükunetle karşılasa da olayları (ve ne kadar hatalı olduğunu bilse de) kritik anlarda karşı tarafın her şeyi göz ardı edip yanında olmasını bekliyor. bu bencilce içgüdü belki uyku aleminde yoktur. bu yüzden tartışırız da bazen. ikimiz de birbirimizi bencillikle suçlarız. uykunun tuzu kuru, tek uğraşı benim. kavgadan zararlı çıkanda. ne de olsa iyi bilir; sabaha kadar beklesem hatta işlerimi halledemesem de -en nihayetinde- geldiğinde yine ona sarılacağımı. belki de gerçek aşık benimdir her şeye rağmen. ya da bu tamamen çıkar ilişkisidir; ben uyumayı gerçekten sevmiyorumdur, o da beni.

park

00:19 15 Eylül 2009 Salı

bir kolundan tuttuğu tavşanını sürükleyerek yürüdü. tüm salıncakların dolu olduğunu görünce yerden hiçte yüksek olmayan kaldırım taşına oturdu. dirsekleri dizlerinde ellerini yüzüne yaslamış beklerken tavşanın hala tek kolundan tutuyordu. saçlarını taramış renkli bir tokayla toplamıştı. salıncak geri giderken yüzüne gelirse saçları, toparlamak için ellerini bırakması gerekirdi çünkü. bacağının dikişleri sökülmüş tavşana devamlı salıncağa binmenin ne kadar zevkli olduğunu anlatmıştı.

ilk defasında sallanmayı becerememişti. kendisinden yaşça biraz büyük bir erkek çocuğu nasıl tek başına sallanabileceğini göstermişti. salıncak geri giderken bacaklarını arkaya çekmeliydi, ileri giderken öne uzatmalıydı. belki başka şeyler de vardı ancak çocuk konuşurken düşmüş ve annesi tarafından götürülmüştü.

ayaklarıyla toprağı ittikten hemen sonra bacaklarını da arkaya çekmişti, öne doğru uzatmıştı salıncak ilerlerken. geri, ileri,arkaya, öne... hızlanıyordu. ileriye giderken -en yukarıdayken- bulutlara yaklaştığını sanıyordu. gerilerken üzülmüyordu bulutlardan uzaklaştığına,
hız kazanacağı için. salıncak durduğu zaman toprakta oluşan sürüklenme izlerine baktı. ne kadar uzunsa ayağın sürtünme izi o kadar hızlanmış demekti. hiç kanıt bırakmamak için hemen yan taraftaki kaydırak merdiveninin altındaki topraktan getirip üstüne atmıştı.

göküzüne bakarak yürümüştü o akşam. koşmuştu ya da; hatırlamıyordu nasıl gittiğini ancak söz vermişti bulutlara yine gelecekti.


oturduğu yerde ayaklarını yere sürtmeye başlamıştı aynı izi yapabilmek için. tavşan sıkıntıdan uyuyakalmıştı. parktaki son çocuk gitsin diye bekliyorlardı. kimse kalmayınca koşarak salıncağa bindi. tavşan görsün diye demirin kenarına bıraktı onu. geri, ileri, öne, arkaya... kahkaha... tavşan pek heyecanlı görünmüyordu. durdu. tavşanın tek kolunu ve salıncağın zincirini aynı eliyle tuttu sıkıca. geri, ileri, öne, arkaya... bulutlar... tavşan kahkaha atmaya başlamıştı; geriye giderken -en yukarıdayken- yerdeki toprağa bakıyordu. yaklaşırken sanki toprağı delip geçecekmiş gibi güçlü sanıyordu kendini. durdular. kaydırak merdiveninin altındaki kumlarla izi yok ettiler.

biri gök yüzüne bakarak gitti diğeri toprağa...

*pek sevgili kuzenlerime ve biricik kardeşime ithaf edilmiştir*

yazana dair

02:02 12 Eylül 2009 Cumartesi

aydan dünyaya! aydan dünyaya!
sevgili dünyalılar, bu zamana kadar bu alanda hep ayda hayat olmadığını ima eden Luna tarafından yazılmış yazılar okudunuz. nefes almanın zorluğunu hissettiniz. kendisi aydan uzaklaşamadıkça, nefessiz kaldıkça kalemine sarıldı. heveslenenlere gelip görmek isteyenlere bok mu varda istiyorsunuz diyemedi de; her cümlesinde sizi bu sapkın merakınızdan kurtarmaya çalıştı.
bir kratere gizlendi ziyarete gelen yabancılar görmesin, alıp onu götürmesin, soru sormasınlar diye. bundan haberiniz yoktu belki o yazdıkça gitmek istiyor sanıyorduz. bulunduğu durumdan hiç memnun olmasa da kurtulmaya çalışmıyordu. İÇİNDE SESSİZDİ. kadere inanmıyordu sandığınızın aksine. bir bedel varsa ödemesi gereken, "hayatın gözünden kaçsa keşke" dememişti sadece. başına gelenleri pek değiştirmeye çalışmadığından kalakalmıştı buranın orta yerinde. bunun da adını koyamamıştı- gerekli kelimeyi hiç bir zaman bulamazdı zaten. tembellik diye yorumlanabilirdi, isyan da denilebilirdi yaşanmışlıklar silsilesine, farketmediği vazgeçmişlikti belki de umudun yitimine eşdeğer, kaçmakta olabilirdi başarısızlıklardan... hiç beklemediği bir anda, nefret ettiği zorunluluklardan biriyle uğraşırken yıldızların kızı oluverdi bir anda. yakalandığı umursamazlık hastalığı dirildi ruhunda. bulamadğı kelimeyi önemsemedi artık. kraterden çıkmak için çabaladı. çıktığı anda...zamanda yolculuk başladı; garipti yazdığı gibi. kaç ışık yılı ötesine gittiğini bilmiyordu ancak tüm yıldızları görebiliyordu. çok fazlaydılar. belki 5 ışık yılı sonra ilk kez samimiydi gülümserken. karşısında ona göz kırpan milyonlarca yıldız... artık luna değildi o yıldızların kızıydı.
_gezegenlerin farkına varamadı hala
_ve diğer gök cisimlerinin
_belki ışık yılları sonra kendisine döner ay savaşçısı olur:)
galaksilerin büyüsüne kapılma Luna, sonsuzluk seni korkutmasın.
hey bekle! son bir şey daha; kara bir delik görüpte merak edersen ne var diye, sadece ama sadece yolculuk bittiğinde- keşfedecek bir şeyin kalmadıysa, sonrası hep anlamsız olacaksa- içine bak.

yaza dair

13:40 8 Eylül 2009 Salı


yazılmışta atılmışlar köşesinde 5 ay görünmekte. blogu taşıyalı 5 ay olmuş neredeyse.bu da zamanın ne kadar hızlı geçtiğinin kanıtı. mayıs aylarında kafamın içinde demirden bir bilye vardı devamlı sallanan ve haziran 18 tarihi ve sonrası için oldukça endişeliydim. demirden bilye ne zaman durdu, ne zaman eylül oldu? mayısta kurduğum hayaller bile değişmiş... sanki kumandanın düğmesine bastım ve eylüle ışınlandım:) bu da garipti.zamanda yolculuk etmek garip olduğu kadar rahatlatıcı ve dinginleyiciymiş. güzel tarafı ise zamanı atlarken beynimi olduğu yerde bırakmayışım. onu da getirmişim yanımda...

hediye:)

02:40 5 Eylül 2009 Cumartesi

şarkı koyabilme özelliğini yeni keşfetmişken bu da ortime hediye olsun;) bahsettiği albümden sadece bu parça var.

tıkla: between sheets

siteye diğer şarkılarını da kendisi yüklesin, biz de nasiplenelim:)))

evet hemen sizlerle de paylaşıyorum. daha önce bahsettiğim shenandoah adlı parçayı sonunda buldum.

bob dylan'dan dinlemek için;
tıkla: shenandoah

bruce springsteen'den dinlemek için;
tıkla: shenandoah

farkettiyseniz grooveshark tanrısal bir site... bazen üzücü olaylar güzel şeylere ulaştırır bizi. siteyi bulan ve morali düzelsin diye bir şarkıyı benim ezeli arkadaşıma göndererek bana kadar ulaşmasını sağlayan mavi saçlı kıza teşekkürler.

muavin bey oğlum

23:22 4 Eylül 2009 Cuma


kulaklarım tıklalı ve bacaklarım tutulmuş. aslında blogumu direk bu küçük beldenin nacizane otobüs firmasına ayırsam yeridir. çünkü her yolculuğumda muhakkak bir malzeme çıkıyor. ancak itiraf eteliyimki en sinir bozucu yolculuğumdu. hep beni bulur. ben de de bi gariplik var inkar etmiyorum. şaşkın, dikkatsiz ve hayal perest halimi her ne kadar ciddi, dikkatli ve pratik bir şekle sokmya çalışsam da mayam böyle her abuk sabuk olan olayı ben yaşarım. ruhuma işlemiş; kurtulamıyorum.

yolculuk için hazırlık...

sabah erken kalmış vaktinden önce tüm işlerimi halletmiştim. hatta otobüs firmasını aramıştım 4 buçuk arabasına yer ayırtmıştım. öyle tedbirliydim ki çıtır simitte schweppes mandalinamı içerken mp3 çalarımı da yola çıkacağım için kasada şarja taktırmıştım. kusursuz bir plandı. her şey yolundaydı. öyle ki yarım saat önce aşti de olacağım şekilde dolmuşa da binmiştim.


bilet alım aşaması....
aştideyim. yürüyorum bilet alacağım firmaya doğru kulağımdaki müzik: saint privattan "tous les jours" parçaya eşlik ederek hiç bilmediğim kelimeleri doğru çıkarmaya çalışıyorum. aynı anda da önümüzdeki sene fransızca kursuna gitmeye karar veriyorum. mutluyum, umutluyum, en azından bir günlük kusursuzum. firmanın önüne gelmişim. kulaklığımı çıkarıp bilet fiyatını soruyorum. bir gün önce 15 olan fiyatın 23 e çıktığını duyuncada ikinci firmaya sormak için hemen almıyorum akabinde diğer firmaya gidene kadar da olsa kulaklığımı takıyorum; est-ce ma faute qu'un joli jour je doit te quitter... diğer firmanın arabası 3 te gitmiş başkada otobüs yok zaten. bizim firmadan almak için dönüyorum. şarkı bitiyor. bileti almak istiyorum. bilet satan kişi öfkeli "sana vermiyorum yok bilet sana" ısrar ediyorum açıklıyorum dinletemiyorum. diğer firmaya gidip durumu anlatıyoru. hemen bir katakulli ayarlanıyor. o firmanın muavini kendi adına alacak. yalnız bizim adam çakal yer mi numaraı. anlamış bana aldığını satmıyor. kendi firmasının muavinini gönderiyorlar bu kez ona da satmıyor. benim adıma giden herkes bana kızarak dönüyor. en son ben tekrar gidiyorum. bana bağırmaya başlıyor; "sen saygısızlık ettin. ben lidere gidiyosan onların arabası yok dedim. geri gelirsen bilet satmam sana dedim" diyor. benim duyduklarımsa; tous ler jours... duymadım diyorum kulaklık gösteriyorum. inanmıyor. geri gelirsen bilet vermem diyince vermessen verme dediğimi iddia ediyor. tous les jour... sinirden sesim titriyor (son araba başka şansım yok). yan firmadan bir vatandaş "mübarek gün abi ne yapıyorsun" diyor. neyseki bizim firma biletimi mübarek gün (ramazan +cuma) hatrına veriyor (satıyor).

yolculuk esnasında...

yerime oturuyorum. muavin geliyor. "bizim yazanedeki abiye ne yapmışsın sen öyle" diyor. şaşırıyorum. öyle değil diyerek anlatmaya çalışırken beni dinlemiyor "anlattı bana çok ayıp etmişsin" diyip gidiyor. sinirim bozuk. yanıma oturan kadının çocuğu saçımı çekiyor. ancak akraba evliliği sonucu sakat doğduğunu anladığım çocuğa hiç tepki vermiyorum. bağışıklık sistemi çok zayıf olan bu çocuk üşümesin diye kendi havalandırmamı da kapatıyorum. bir süre sonra o acayip kokunun annesinden geldiğini anlayacağım. ve ona da katlanacapım. evdeyken hala kokuyu üstümde hissedecek olsamda. kulaklığımı takıyorum. tracey chapman dan "fast car"; but is it fast enough so we can fly away?... otobüs duruyor. bir kargaşa. 7 kişi yoldan biletsiz biniyor. ancak kargaşa kalabalıktan değil. kulaklığımı çıkarıyorum; kavga var. 4 bayan yan yana otursun diye arka koltuktaki gence kalkması söylenmiş, biletinde yazan numaralı koltuğa oturduğu için kalkmayı reddeden gençle 7 kişilik ailenin yağız delikanlısı kavga etmekte. yağız delikanlı küfürlü konuşuyor zaten kafam bulanık gibi laflar ediyor. kavga kızışınca yağız delikanlı "çekip vurucam haa" diyorki aile birden telaşlanıyor; " yapma Kasım, daha yeni çıktın". herkes sakinleşiyor. kulaklığımı takıyorum; şarkı bitmiş.

eve varış...
sakin, huzurlu yuvam. kulaklarım tıkanmış, bacaklarım tutulmuş. hemen banyoya gidiyorum. güzel kokulu duşumu alıp yumuşacık yatağıma uzanıyorum. kulaklığımı takıyorum; hooverphonic "sad song"u yeniden hissederek dinliyorum; on the train I lost my intelligence...biraz sonra blogumu açıyorum.

son not:
yazdıklarımın hiç biri hayal ürünü değil tamamen yaşanmış ve gerçektir...