inorganik insan

23:15 31 Ekim 2009 Cumartesi

sırf rüya büyücüsünü kıskandığım için yazıyorum. tabiki kafamın fazla güzel oluşunun da etkisi var. içmedim ama inorganik kimya bende iki bira bi votka üstüne elmalı martini etkisi yaptı. rüya büyücüsünden de bir şarkı istedim bakalım ne söyleyecek. eğer bu bir kaç ay kendisini değiştirmediyse kesinlikle benim için şarkı söylemeyeceğinden eminim. aç playlistini dinle demiştir hatta. napam death? eh be inorganik kimya be başıma bela mısın be. ben varya bu dersten hakkıyla kalmışım. yine hiç bişey anlamadım ya.bu arada odtü kütüphanesinde inorganik kimyayla ilgili türkçe kitap yok yani bir tane var oda inorganik kimya 2. kesinlikle elimi bile sürmedim. kütüphane de soğuk. hele bugün yağmurlu ankara. ama güzel yağmur. sokakalar ıslak. gerçi otostop çekerken de kimse durmadı. hesapladım kızların 12 de biri dururken erkeklerin 2 de biri otostopçu alıyor. ama bayan ve orta yaşlı teyzeler çat diye durup alıyor onların haklarını yememek lazım. yağmurda yürümek şahane olurdu da. o yurdun önündeki yavru köpekler de büyümüş. varış mesafeme oldukça yakınlarda konaklıyorlar. yaklaşık 8 köpek. gerçi bir k9 olan ruinayla yakın temasta bulunmuştum zamanında. tamam tamam popomu ısırmıştı elimdeki telefonu vermediğim için. ben de hemen giriş kapısında bağırdıysamda ofistekiler çıkıp bakmamıştı. ruina ısırmaz ne de olsa. kimse inanmadı. bende kanıtı gösteremedim. rüya büyücüsü yanımdaydı. bu olay o ben ve popom arasında ilelebet sır kalacakken lanet olsun ki bunu az önce bloguma yazdım. evet evet kafam hiç iyi değil farkettiğiniz gibi. çay yapayım. efsanevi siyah çay:):)

salla pati

04:12 29 Ekim 2009 Perşembe

amaan bu ne saçma blog. tüm günü salla pati geçirip, herkese sözler verip sonra kendi kafasına göre yaşayan, akşamında da yalnız kalınca oturup aman kaybeden aman korkan aman depresif bi kız. komik ya. komedi dizisi izliyorum sanki. başladığı bir işi bile bitirmiyor bitirdiği işi de yırtıp çöpe atıyor. hayaller kurup inanıyor. olduğunu sandığı şeylerin olmadğını görünce de ama şöyle başarısızım böyle başarısızım ama başarısızlığımı suçlusu da hayat diyor. yok canım sen de. hayatmış. sanki bizim kız pek sorumlu pek düzenli aman efendim pek çalışkan her şeyi hakediyor da bu namussuz hayat ona vermiyor. çok güldürdü beni şu blog çok. kendisi de istemiyor ki aslında. tembel bu tembel. kıçını kaldıracak olsa bin laf eder hayata. eserekli de bir kafası var. ay bu kız neyin doğru neyin yanlış olduğunu da bilmiyor. nerede ne söylenir, hiç haberi yok. siparişi verilmeyen bir soda masaya geldiğinde bir yudum alıp "bekaretini bozdum artık geri veremeyiz" diyor. inandınız mı yoksa o depresif hallerine. şşt. yalnız kalınca böyle oluyor. herkes uyuyunca. bu saatlerde işte. elleri titrer bir de uykusuz kalınca. bacakları ağrır. ama parmakları yazar da yazar. yazdığı da içindeki kız. çok güldürdü beni bu blog çok. bir de yazdıklarını tılsımlı sanması yok mu. sanki bi bok bulmuş gibi sevinmesi. her şey kendi hayalindeki gibi, düşündüğü gibi oldu sanmaları. gerçeklerden habersiz yaşaması yok mu. düşündüğü gibi olmadığını anlayınca nasıl afallıyor görseniz. siz de çok gülersiniz. o yüz ifadesi yok mu. ben ne düşünmüşüm be dediği an. çok komik bi blog bu çok. bir de öyle ciddi yazmış ki tanımasam bilmesem inanırım. bardağını bile yıkamıyor ki bu kız. aynı bardakta çay da içiyor kahve de kola da. bir de patates ekmeği yasaklamış kendisine. köfte ekmeğe patates kızartması koyduruyor. hamburgeri yasaklamış ketçap mayonezli sucuk ekmek yiyor. hem de sucuk ekmek daha pahalı. parası da yok ki bunun. bir de sağlıklı beslendiğini sanmıyor mu. sorsanız sanki artık tropikal meyveler yiyor. öyle olduğuna inanıyordurda. hayalci be bu. bir de yazmış ciddi ciddi. aman ne güldüm burada. işine yaramasa bile gidip geri dönüşüm kutusuna atılan ders kitaplarını alıp masasına koyuyor. çöplük gibi masası dolabı. sorsanız düzenliyim der. öyle olduğunu da sanır. çünkü hayalindeki odası farklıdır. o orda yaşadığını düşünür. sorsanız çok çalışkan. ne gülgüm ne güldüm. topu topu bir sabah dersi var daha bir kere gidemedi. geçen haftanın ödevini yapmadı. bu var ya bu bir de çok iyi kağıt oynadığını sanıyor, oysa her oyunda sonuncu oluyor. hayalci be bu. ciddi ciddi yazmış ya. ne komik blog bu. okuyanda acı çekiyor sanacak. içindeki kız ağlıyormuş. bir de zırh giyinfiğini sanmış. sanki çok güçlü adımlar atıyor artık. çok güldüm çok. iradeli olacakmış, başkalarının etkisi altında kalmayacakmış. bunları da tarottan bulabilmiş ancak. bir de bu hep bir roman kahramanı olmak istiyor. dedim ya hayalci be bu. nasıl olacak kimse bilmiyor. yaşayan bir insan olmak değil romanın içinde ama kendini hisseden bir karakter, kim olacağını hiç düşünmüyor bile. sala pati bir karakter. bir de kendisini dürüst sanışları yok mu. yazılarında itiraflarda bulunup seviye atladığını sanıyor. içmeyi çok sevmezmiş te ama içermiş. bu varya aslında sinemaya da gitmeyi sevmiyor. o koltuklarda otururken hep dizleri bacakları ağrıyor. film hemen bitse diye bekliyor. ama sevdiğini sanıp, sinemeya gitmeyi özlüyor bir de. çok güldürdü beni çok. intihara meyilli yazarlar okuyup kendiyle özdeşleştiriyor. ay bu bir de günün birinde intihar edeceğini sanıyor. sanırsınız çok gizemli, uzun paltolu rüzgara karşı uçurumun kenarında bekleyen yalnız adam. ne komik blog bu ya. bu var ya tam şaşkın. bir de sakar. saftirik bu ya. inanmayın yazdıklarına.

baddis ekmek

02:33 23 Ekim 2009 Cuma

az önce kendime hamburgeri yasakladım. patates ekmeği de. bu ikisi konusunda oldukça abartılı davrandığımı farkettim. öğlen iki patates, akşam iki hamburger. hiç bi bünye dayanmaz. ki aslında yediğimiz şeylerin vücudumuza eklendiğini ve bir parçamız olduğuna inanırsak. ben patates ekmek ve hamburgerden oluşuyorum. tropikal egzotik meyveler bulup onlardan yemeliyim artık. avokado, ananas, mandalina, mango. kolayı ve çayı da bırakmalıyım. meyve suları olmalıyım çünkü. mesela kivi olmalıyım ben. göz alıcı bir renkte, elinize batmamam için soymanız gerekmeli beni, yedikten sonra da mahoş bir tat bırakmalıyım. ya da ben mandalina olmalıyım. dilmlerden oluşmuş. bir dilimi oldukça ekşi, bir dilimi çekirdekli, bir dilimi acı... her neyse yine hayaller alemine daldım kendimi değişik meyveler olarak düşünmeye başladım. sonuç olarak patates ekmek ve hamburgeri kendime yasakladım. başlangıç olarak bu dönemlik. kendimle girdiğim bu iddia sonucunda bir şeyler de olmalı. peki. eğer hamburger ya da patates ekmek yersem (bakın patates ekmek diyorum patates kızartmasını ekmeksiz yiyebilirim) (ayrıca ketçap ve mayonezi yasaklamış ta değilim) evet ne diyorudum hah yersem (hiç te kıyamıyorum kendime hep hafif cezalar geliyor aklıma) bulamadım ceza. cezaya gerek yok. kendisine saygısı olan bir insan olarak :P zaten irademi kontrol edip yemeyeceğim(cnbc-e dergisi bu ay merlin tarotları verdi, ve tarot kartları bana sölemişti irademi kontrol etmeliymişim, kararlı ve güçlü olmalı başkalarının etkisinde kalmamalıymışım). güçlü kararlı olup başkalarının etkisi altında kalmayacağım. arkadaşlarım yalvarsa da ne olur fizik kantininde patates ekmek yiyelim diye fiziğe gideceğim ancak baddis ekmek yemeyeceğim. pazartesi günü patates ekmek arasını ne yapacağım peki? bunu hiç düşünmemiştim. eminim petülle elif çok sevinecek. zorla onlara her pazartesi karbonhidrat depolatıyordum. zaten iyiden iyiye abartmıştım olayı artık. birinin dur demesi gerekiyordu bana (ki bu kişi ben oldum. ne kadar iradeliyim:);

tarih: 12 ekim 2009 pazartesi günü eğitimdeki derslerimden çıkmış kimyaya gitmeden önce elifle petülü kandırmıştım.

mekan: fizik kantini

yenilen yemek: baddis ekmek (üstüne fizik kantincilerine özel tek şişedeki ketçap+mayonez karışımından bolca sıkılmış tuzu serpilmiş)

masa: ben tadına doyum olmayan o şahane besini hızlıca yemiştim ki ne göreyim diğer ikili neredeyse yeni başlamış daha. (ekmeğin içine o kadar çok patates koyuluyorki bizimkiler de ekmeği rahat tutabilmek için önce içindeki patatesleri yiyerek azaltmaya çalışmışlar). benim yemeğim bitince masada öylece kalakaldım karşımda ise mükemmel karışımıyla battis ekmekler yenilmekte. hemen gittim ikinciyi aldım (tabi her ikisinin yanında da ayran). aynen diğerindeki gibi ekmeğimle bütünleşip çevremdeki herkesi unutarak (etraf buğulandı ben ve elimdeki ekmekarası ön plana çıktık) onu da bir çırpıda yiyiverdim. neyseki bu defa bana yetişebildiler de, çok fazla beklemedim.

yemek sonrası: evli evine köylü köyüne... ben de kimya dersine gidecektim. masadan kalktım ki midemin beni fazla zorladığını hissettim. patlamak için sabırsızlanan nişasta bombası gibiydim. olduğum yerde kalıp patlamadan beklemek istedim ama mümkün değildi.

karar anı: derse gitmeyecektim.

eylem: elmalı soda alarak o sırada batak oynayan (3,5,8) arkadaşların yanına gidip oyuna 4. oldum. tabiki ikinci sodayı da aldım.

akşam yemeği: o gün başka yemek yiyemedim

düzeltme: tamam gece karışık tost yedim :S

başka bir düzeltme: buraya koymak için patates resimleri ararken ya da hamburger karnım çok acıktı. pizza resimleri falan da vardı. pizzayı da yasaklasam mı diye düşündüm kendime de o kadar acımasız olamadım.

bambaşka bir düzelte: neyse yaa fotoğraf koymuyorum hiç biri fiziğinkine benzemiyor. onun fotoğrafını çekip koymalıyım.

enteresan

02:26 22 Ekim 2009 Perşembe


araba giderken camından başımı çıkararak rüzgara karşı direnip motosiklet sürdüğümü hayal ediyorum.

(arabada sigaramın külü camdan dışarı atacakken rüzgardan hep içeri giriyor, ufak kıvılcımler üstüme her döndüğünde gereksizce paniklemek)

insanlar başarısızlıklarını kendileri seçmiş gibi davranırlar. belki mekanizmalarının savunma şeklidir bu; beynin işlevselliğini yitirmemesi için. kaybediş hikayeleri dinlerken bulunan mazeretlerin o anlatıya ait olmadığnıı her zaman farkeder dinleyici. ama adı üstünde ya o an için dinlemekle görevlendirilmiş beyni dışa vurmaz bu farkındalığı. bu hikayelerdeki başarısızlıklarbeklenmedik sonuçlar değildir. zaten sonucu önceden görülmüş göze alınmıştır. çoğunda kurulan mazerete dayalı vazgeçmişlik anlatılır. yeni umutların varsayımları dillendirilir. cümleleşmiş teselliler de teselli işlevinden çıkmış öngörülmüş gerçeğe dönüşmüştür. olsaydı da anlatıcı zaten kullanmayacaktı başarıyı. olmaması daha iyi olmuştur çünkü istemiyordur. bazılarında planlanmış bir sonuç vardır. kahramanımız kaybedilmiş gibi görünen olgunun işine yaramayacağını farkettiği için oluşmasını engelleyecek şekilde davranmıştır. anlatıcılar bazen de nerede hata yaptıklarını farkettiklerini yeniden deneyeceklerini iddia ederler. kimi anlatıcı ise haksızlığa uğradığını hiç beklenmeyen şeylerin olduğunu açıklar. bir çok hikaye kendiliğinden başlar. nedeni sorulmadan. kaybetmek kolaydır da kabullenmek değil. dinleyici hikaye boyunca bilir bir kaybedeni dinlediğini ama yine de umut verici tepkiler içindedir. başlıca hikayenin hiç kesintiye sorguya uğramadan dinlemil olması güven artırıcı bir hamledir. ve bir yolculuğun daha başlamasına vesile olmuştur. anlatıcı anlattıkça hikayesine inanacak, kaybettiğini unutacaktır. . kazanmak için çabalamak onu canlı kılan etkendir. kazanmak ve kaybetmek üzerine kurduğu senaryolar devam edecektir. metabolizması durana kadar.

enteresan duygu paylaşımı-3

12:15 19 Ekim 2009 Pazartesi

bölüm kantininde uyuklarken yan sandalyeye koyduğum montun hareket ettiğini düşünüp ansızın gözümü açarak onu yakalamaya çalışmak.

kupa kızı

23:31 18 Ekim 2009 Pazar



porselen kupanın içindeki çayın sıcaklığını hiç dokunmadan, yanında uzanan kolumda hissedebiliyorum. yüksek derecedeki sıcaklık kolumu ısıtırken bunu içimdeki yanma hissiyle farkettiriyor. gövdemin içi yanıyor; üstümü çıkartmamı emrediyor. klavyemle aramda durduğu için yanaklarımı da ısıtmaya başlıyor kupa. yüzüm kızarıyor sıcaktan, kolum ısınıyor, üzerimdeki tişört bedenimden kurtulmak için yalvarıyor. diğer kolumda bir karıncalanma başlıyor. bacaklarım tüm bu olanlardan bağımsız üst üste atılmışken üstteki pervasızca sallanıyor. ısınan koluma bağlı elim karıncalanan kolumu kaşıyor. bulaşıcıymış meğer. ısınan kolum artık karıncalanıyor da. yanan göğüs kafesim sıcaklık dengesini tutturmuş olmalıki tişörtüm sakinleşmiş. ısınma hissi kaybolmuş. vücudum sakinleşiyor. çayımın soğuduğunu anlıyorum. şimdi yazmayı bırakıp tek yudumda soğuk çayımı bitireceğim.

yaheya

00:18 16 Ekim 2009 Cuma

bugün yemekhane de cevizli incir tatlısı çıkmış:):) tesadüfen öğrenerek dört köşe oldum:)

şerbetçinin kızı

16:14 15 Ekim 2009 Perşembe

yalın ayak betonda yürürken
çamaşırlarımı ıslak ıslak giymişken
duş sonrası kokularım bitmişken
en sevdiğim elbisem üzerimdeyken
tırnaklarım yenmiş ellerim bakımsızken
akneli cildim iyleşmemişken
bordo botlarımı bulamıyorken
anahtarım kapıyı açmıyorken
dudağımda ruj farımı sürüyorken
kapının önünde bekle sevgilim

son

01:53 14 Ekim 2009 Çarşamba

artık yazmayacağım

son günlerde her sabah alarmsız 7 de uyanıp 8 e kadar saçmalamak;

- saati on sanıp evden çıkarak (sokaklar boş ve soğuk) markete gidince marketin kapalı olduğunu görmek buna şaşırıp büfede ki kişiye saati sorunca 7'yi 20 geçtiğini öğrenip eve dönüp yatmak.

- diğer odaya gidip uyuyan arkadaşları uyandırıp " üst kattaki komşu uyanmış diğerleri de uyanmadan gidelim" demek

- 8 kadar uyumalıyım ve kalkıp derse gitmeliyim diye düşünüp geri yatınca dersi kaçırmak

neyseki bu gece içmedik...

: her gün aynı ödevi yapmak için masaya oturup araştırma yapmak başka işlerle uğraşıp bir türlü başlayamamak (4 gün sürdü- sürmekte)

uyanış

13:26 8 Ekim 2009 Perşembe

geç yatarsınız bazen (gece 4-5 gibi), sabah 7 de bazı sorunların çözülebilmesi için sizdeki bilgilere ihtiyaç vardır. acımasızca uyandırılırsınız. göünüzü açtınız. oldukça dinç, yüzü yıkanmış, saçı taranmış, pijamalarını çıkarmış, iş başı yapmış bir insanın kafasını gördünüz. sizin çapaklı gözlerinizle onun makyajlı gözleri karşılaşır. kırpıştırırsınız gözlerinizi; tanırsınız. birinci soru gelir (ne olduğunu duymadınız bile anlayamadınız da) ;

-hulaburoleyli?
-bilmiyorum (mırıltı şeklinde çıktı ağzınızdan akabinde hemen gözlerinizi kapatıp uyumaya devam ettiniz)

cevapları almaya kararlı kişi ise ısrarla yeniden uyandırır;

-hulaburoleyli?
-hı hı tamam (mırıltı azalmış ses netleşmiş)

....uykuya devam...

uyumanızı hiç istemeyen bu kişi vazgeçmez ve yine yeniden uyandırır;

-hulaburoleyli?

bunun sonu olmayacağını düşünürsünüz ve kendinden emin, kararlı, hazır giyim, boyalı bakışlara yenik düsersiniz. yataktan doğrulur soruya odaklanır ve tekrar sormasını istersiniz

-diğer yatakta kim yatıyor?

(haa bu muydu yani tüm velvele)

!! bu sorunun neden size yöneltildiğini düşünecek kadar uyanık değilsiniz. diğer yatağa bakıyorsunuz yatan kişinin yüzü görünmüyor. "gidip baksana" diyemeyecek kadar uykudasınız. bu soru o kadar normal geliyor ki hatta bilmediğiniz için seviniyorsunuz başka soru gelmeyeceği için)

-bilmiyorum! (gayet net bir sesle verilmiş cevap)

cevaptan tatmin olmasa da, yataktan kalktığınız ve gösterdiği yere baktığınız için bilmediğinize inanıyor. hiç bir şey garip değil. uykuya devam.

saat 12:30 civarı uyandığınızda ilk başta her sabahki gibi saate bakacaksınız. alarmı kaça kurduğunuzu düşünüp kaçırdığınız dersleri farkedeceksiniz. çok ta önemsemeyip bir süre daha yatakta kalmaya devam ederken flash patlayacak. sabah olanlar rüya mıydı gerçek miydi?

o andan sonra her şey garipleşecek....



tam da bu noktada aklıma tavşan ile kaplumbağanın hikayesi geldi. (masalı dinlemek için buraya tıklayınız )

masalın sonunda (fabl demek daha doğru olur) çıkarılacak dersler;

-yavaş gittiğimize aldanmayıp uğraşırsak herşeyi başarabileceiğimiz
-hızlı olduğumuza güvenip nasıl olsa yaprım düşüncesiyle tembellik etmemek

her iki durumda da çalışmayı vurgulayan bir masal olması dolayısıyla çıkarmamız gereken ders; ne olursak olalım azimli ve çalışan insanldar olmamız gerektiğidir. ancak yine de aklıma takılan bazı sorular da var;

_ eğer tavşan kendisine bu kadar güvenip uyumasaydı (tembellik etmeyip çalışsaydı) yarışı kazandığı zaman kaplumbağayla dalga geçmekte haklı olacak mıydı?
_ kazanması sonucunda kaplumbağayla dalga geçme şiddeti artacak mıydı?
_ kaplumbağanın ne yapıp ne yapamayacağını bilmeyerek girdiği yarışı tavşanın tembelliği sonucu kazanması onu tavşandan daha hızlı koştuğuna inandırmayacak mı?
_ tavşanın hatasının tembellik olduğunu biliyorsa neden en başta hızlı koşabildiğini iddia etmişti?
_ masal da vurgulanmak istenen acaba; "tembellik edip kendinizden daha güçsüz olanlara zafer kazandırmayın" olabilir mi?
_ kaplumbağanın yarışı kazanması tamamen şans eseri olduğu aşikarken vurgulanmak istenen nasıl; "yapamayacağınızı düşünmeyin; çabalarsanız her şeyi yapabilirsiniz" olabilir?
_tavşan uykusundan biraz daha erken kalksaydı hem tembellik edecek hem de yarışı kazanmayacak mıydı?

kafamdaki bu sorular ışığında bu masalın için söyleyebileceklerim;

tesadüflerle yapılan kazançların da başarı sayıldığı dşündürmüştür çocuklara (kaplumbağanın kazanması). her hangi bir dikkatsizlikle sahip olduğumuzu başkasına kaptırmamayı (misal; tavşanın hızlı olma ünü). hayal dünyasında yaşamayı öğretmiştir çocuklara (hiç hızlı koşamasa da kaplumbağa tavşanı geçeceğini düşünüyor) kendi yeteneklerini farketmeyi değil de başkalarının yeteneklerine sahip olmayı düşündürmüştür. zira kaplumbağanın yarışı kazanması da bu düşünceyi iyice körüklemiştir. son olarak ta çocuklar hem tembelik edip hem istediklerini alabilmeleri için daha dikkatli olmayı öğrenmişlerdir (tavşanın daha erken uyanıp yarışı kazanama ihtimali).

bunları iyi öğrenen çocuklardır işte büyüdükleri zaman kazanlar. ne yapmaları gerektiğini öğrenmişlerdir çünkü ve bunun için kendilerini pazarlayabilme alıştırmalarına o zamanlardan başlamışlardır. alışmışlardır da.

bu masal nasıl bitebilirdi?

_ kaplumbağa tavşanın dalga geçişlerine aldırmamayı öğrenebilirdi.
_ kaplumbağa yavaşlığı sayesinde kendine uygun bir şey başarabilirdi
_ tavşan zaten hızlı olduğundan emin olduğu için yarışa girmeyebilirdi
_ tavşanla kaplumbağa tartışıp arkadaşlıklarını bitirebilirdi


iyi ki böyle bitmemiş...
o zaman tüm çocuklar kaybederdi...

hayata dair öğrenilmesi gereken en önemli şey "kendini pazarlayabilmek"miş. kendisini iyi pazarlayabilenlere dair bir liste...

* daha kolay iş bulur
* daha rahattır
* kendisine daha fazla güvenir
* daha hırslıdır
* daha çok arkadaşı vardır
* neredeyse hiç birisine karşı dürüst değildir
* daha iyi olduğu düşünülür
* daha çok biliyor gibi görünür
* işlerini hallettirir
* genelde üzgün oldukları görülmez
* pazarlama konusunda kendilerini devamlı geliştirirler
* taktiklerini güncellerler
* olmadıkları gibi görünüp göründükleri gibi olduklarına inanırlar ve inandırırlar
* fırsatları kaçırmazlar
* yakaladıklarını da asla bırakmazlar
* her zaman başardıklarını sanırız
* pazarlığa girdiğimizi nadiren anlarız
* çoğunlukla beğenir ve onları alırız

mezuniyeti yakın biri ve aynı durumdaki arkadaşları eğer kendilerini pazarlamakta pek te iyi değilse hepsi için sefil parasız bir gelecek görünmektedir. hala biraları nazdan alıp -ucuz olsun diye- devrimde içmektedirler. bundan yakınmazlar. devrim güzeldir. ama hayat devrimde içerek geçirecek kadar kolay değil. sorumluluklar... kaygılar... kendilerinin değilde çevredekilerin beklentileri... iş hayatı öncesi sendromu atlatılması en zor sendromdur. en önemli belirtileri ise;

uykusuz geceler
karışık kafaları
sorulmasından bıkılmış sorular
üzerine telefon numaraları yazılmış kağıtlar
üstü çizilmiş adresler
yazıya dökülmüş tecrübeler, referanslar
görüşmelerde anlatılamayan beceriler
parasal konuları açammamak
KENDİNİ PAZARLAYAMAMAK

öyle regl öncesi sendromu gibi tatlıyla, çikolatayla, hediyelerle, alttan alınmalarla geçirilecek bir şey de değildir.

sonu pek te ciddi düşünülmeyen okul hayatı sona yaklaşınca ya da sonlandığında okunan kitapların, yapılan sohbetlerin, içilen biraların, gezilen sokakların, gidilen konserlerin, tiyatroların, izlenenen filmelerin, katılınan kursların, seminerlerin, alınan sertifikaların yeterli olunmadığı öğrenilecektir. özgeçmişiniz ne kadar dolu olursa olsun, referansarınız ne kadar sağlam olursa olsun kendinizi pazarlayamazsanız hep kandırılırsınız. belki işe kabul alırsınız ama hep sanki yeterli değilmişsiniz gibi davranılacaktır. en önemlisi ise parasal konuları konuşabilme yeteneğidir;

"bu parayı istiyorum, ben buyum şuyum ve değerimin miktarı budur"

iş yaşamında kazanmanızı sağlayacak söylemdir.

kendine güvenen tavrınız
yaptığınız her şeyi mükemmel gibi göstermeniz
sanki en harika siz mişsiniz gibi davranmak
hatta buna kendinizi inandırmak

belki de okurken alışmanız gereken şeylerdir. her şeyi boşverip buna çabalamalısınız. bunun için bir kaç alıştırma;

arkadaşlıklarınız da bile kendinizi öyle bir pazarlayın ki herkes en çok sizi sevsin.
sevgili adaylarınıza öyle bir pazarlayın ki en ideali sizi seçsin
hocalara öyle bir pazarlayın ki derslerle çok ilgili olduğunuzu düşünsün
hiç sevmesenizde yaptığınız işi, hatta konu hakkında hiç bilginiz olmadığını biliyorsanız bile şşştt aman haa sakın çaktırmayın
sanki çok uğraşıyor da yapamıyor gibi davranın
kendinizi öyle bir pazarlayınki size inansınlar, saf ve iyi niyetli aptallar size yardım etmek için uğraşsın

çünkü bu olgu tepeden inme olmuyor. e hadi öyle olayım da bu işi kapayım demekle olmuyor. kendinizi pazarlamak üzerine alıştırmalara ne kadar erken başlarsanız o kadar yüksek maaşla işe başlarsınız.

bu da ceplerini parayla doldurmak isteyenler bir tavsiyem olsun. hayatta başarılar.

neyim var

03:38 3 Ekim 2009 Cumartesi

durdukça içesim gelir
çok ta beğenmem ya tadını
yine de içesim gelir
o gelir ben içmem
o gider ben içmem
oysa pek te severim içkiyi
ta ki vücuduma girene kadar

beynin kontrolünü kaybettiği kelimlerim var
ikinci ellilikte sinyal verir harflerim
dedim ya
çok ta içemem zaten

bu gece pis dağıtasım var
beynimi delik deşik etmek
belki yere atıp üstüne basa basa dans etmek
6 ellilik içip kusmuğumun içine batırmak
onu atıp yolun ortasına arkama bakmadan koşasım var

bir de sigaram var
her dalında tiksinirim
günde bir paket bitirsemde
içmediğimi sandığım
her nefesi son olan

beynimin içini oyasım var
cigaramı üstüne iyice bastırıp çevirerek söndürmek
belki dumanını üfleyip başını döndürmek
6 paket içip izmaritle kaplamak
tek kibritle onu yakasım var

yanmış kibrit kokusu.

üç nokta

23:14 2 Ekim 2009 Cuma

hayatın içine doğuyorsun sonra ne yöne gidersen git "no exit" yazıyor

yıllardır kimseye böyle kötü duygular beslememiştim. ama bunca yıldır toplu yaşarım böylesini de görmemiştim. yurt hayatımda ilk kavgamı edeceğim gibi...

ben mal olmuşum galiba. otomatiğe almışım sinirlerimi. belki de hoşuma gitti bu gıcık olma hissi. çok garip bir şey anlatamam (anlatamayacaksan ne yazıyorsun?) aslında kızın bana karşı yaptığı bir hata yok tamam görgüsüz ve beyinsiz olduğu bir gerçek olsa da bu kadar kini gerektirecek bir şey yapmadı ama neden böyle oldum. nasıl bir enerji uyuşmazlığı. neden böyle hissediyorum. ben galiba depresyona girdim farketmeden. ya da hala sigaramı içmediğimden...

insanın kulaklığıyla sevişmek istediği anlar işte bunlar; odadaki abuk sabuk konuşmaları duymamı engellediği zaman aşık olurum kulaklığıma.
eskiden bu odada huzur vardı şimdi ise kusur...
çok sıkıntılıyım okuyucu çok. sigara içesim var odada içemiyorum. zaten odada hiç içmiyorum da. bu yazıyı bitireyim balkonda yakacağım tütünümü. aman ha okuyucu sakın öleyim deme. sen benim ilham kaynağımsın. ve sen ölürsen mezarını kazar kemiklerini çıkarırım hayata dön beni oku diye. yazamam sen ölürsen şizofren olurum. (bugün ardıç kitabevinde yemek yerken bir kitapta okudum. kitabın adı faucault'un hayaleti'ydi )
öyleyken böyle. bu da ne iç karartıcı yazı oldu. görgüsüz ahmak. iyi ki varsın be blog.

yurtta kalmanın en kötü yanı odadaki elemanlarla kafanızın uyuşmayışıdır. kafanızı geçin atmosferiniz bile uyuşmuyor bazen. auranız değişiyor. titreşimleri garipleşiyor. insan ancak bir yurt odasında katil olmaya bu kadar yaklaşıp kendini tutabilir. neyse ya bu yeni kızı yazmak istemedim şimdi tüm keyfim kaçacak. hah bu yazıda yarım kalsın aynen odadaki huzurumun yarım kaldığı gibi...
bari sesi açıp feysbuktan hip hop videoları dinlemeseydi, en azından günü kurtarırdı.

ağabey

12:41 1 Ekim 2009 Perşembe

kadınların yaş takıntısını hep saçma bulurum. "bana abla deme" gibi saçma bulduğum bir takının sembolü olan cümleyi kuracağım hiç aklıma gellmezdi. odamıza yeni gelen zat-ı muhterem elektrik elektronik mühendisliği ikinci sınıf öğrencisi henüz. daha önce de odama benden yaşça çok küçükler gelmişti. yaş farkının bir önem olmadığını bilen ergin kişiler olarak kaynaşmış arkadaş olmuştuk. takılmıştık birlikte hatta birbirimizin arkadaşlarıyla.yeni kızın odamıza gelişi daha 1. haftasını bile doldurmamıştı (odayı sahiplenmişim yanlış olmuş; odaya gelişi:)) hafta sonunu diplomasını almaya gelen çiçeği burnunda arkadaşlarla dikimevinde evde geçiriştm.. salı günü odaya geldim. ikinci sınıf yeni arkadaş bana "hoşgeldin luna abla" dedi. en az 5 saniye dona kaldım. gözbebeklerim akın içinde fıldır fıldır dönmeye başladı. kelimeler sanki yerdeki betondan ayak parmaklarıma girip vücudumdan yukarı, dudaklarıma doğru yola çıktı.
"hoşbuldukta abla falan gerek yok öyle şeylere".
kelimeler çıkıp tekrar yere dökülürken sarsıldım. O CÜMLE. yaşlanmaktan korkmak değilde sanki arkadaş kaybetmekten korkuydu bu. ve neden yaşın bir sorun olduğunu daha iyi anladım. yaşlanmak fiziki yapının gelişmesini tamamladıktan sonra vücudun diriliğini yitirmesi olarak tanımlanırdı ve kadınların bunu hep çirkin göründüklerini düşünüp ya da potansiyel sevgili aday kitle yaşını düşürmek istediklerinden gizlediklerini sanırdım. insanın yaşlanmak istememe nedenlerinden biri de daha genç olanlarla araya bir resmiyet girme olasılığıymış. abla, abi kelimeleri samimiyet çizgisini inceltir çünkü. kendinizden 2 yaş küçük birinin size abla demesi onunla arkadaşça takılmanızın önünde bir engeldir. ve bu korkutur. arkadaşlarımın ablası olmak istemiyorum.

geç kalmış bir izlenim de olsa...

vizyona daha girmemişti bekliyordum. girdiği gün hemen gidip izleyecektim. hatta sinemalara girmeden paylaşım programlarından indirmeyi hedeflemiştim. bulamadım. bir otomobil ismi devrim olan. gösterime başlandı. gidemedim. kısa süre vizyonda kaldıktan sonra gösterimden kaldırıldı. parasızlıktan mı gereksiz işlere olan meşguliyetimden mi bilinmez. o kadar az vizyonda kalacağını tabiki tahmin edememiştim. bir süre sonra yeniden sinema salonlarında gösterildi. yine gidemedim. her daefasında içimde gitmek isteği ve her gidemeyişimde pişmanlık. paylaşım programına da bakamadım hiç. aklıma gelmedi. odtü de gösterileceğini öğrendim. 1 hafta boyunca. gidemedim. nedenini hatırlamıyorum. gösterimden kalktığı gün gidemediğime üzüldüm. daha sonra tek günlük devrim arabaları gösterimi yapıldı. afişini yine gördüm. yine heyecanlandım gitmek için. planladım. ama gidemedim. yinelenen izleyememe olgusu rutin haline gelmişti. artık izleyememek, gidememek garip değildi. hatta bu film benim izleyemediğim film olarak etiketlenmişti beynimde. onun özelliğiydi.

bu akşam (ya da dün akşam gece 12 den sonra yazarken hep kafam karışıyor) izleyemediğimiz how i met your mother ve big bang theory bölümlerinden sonra dexter dan sıkılarak devrim arabalarını indirip izlemeye karar verdik. son ki gündür dilimizdeydi de nedense yine de başka bir diziden sıkılmamız gerekti bilgisayar başındayken aklımıza gelmesi için. paylaşım programımız sağolsun bizi üzmedi hemen buluverdi. film başladı.

filmin daha başında haluk bilginere yaklaşarak yapılan çekimle görüntülerin kaliteli olacağını hissetmiştim. zira filmin sonunda özellikle görüntü yönetmeninin ismini görmek istedim: hasan gergin. çekimlerden başlamam pek iyi olmadı ya madem başladım buradan devam edeyim. bir çok görüntüyü dondurup masa üstünüze koymak isteyebileceğiniz türden çekimler yapılmış.

her oyuncu ayrı ayrı şahane olmuş. daha önce envai çeşit dürüst vatan sever devlet adamı rolllerinde görmeye alışkın olduğumuz uğur polat bizi şaşırtarak devrim arabasının yapımını engellemeye çalışıyor. dizilerdeki rolleriyle kişileri özdeşleştirmeye alışkın olduğumuz için bu seçimi oldukça cesur buluyorum. sadece uğur polat değil filmin baş rolündeki her mühendis ayrı ayrı birer dizi karakteri olarak işlenmiş beyinlere. ismini bilmeyenler bile her oyuncunun yüzüne aşinadır. ve her biri için beyinlerde belirlenmiş ve yerleşmiş bir karakter vardır. vahide gördüm tam da bu yerleşmiş karaktere uygun olarak yine ideal kadını oynuyordu. hiç izlemediğim halde reklamlarından ve annemin izlencelerine ettiğim misafirliklerden beynime yerleşmiş halit ergençin aliye adlı dizideki sinan karakteri geldi aklıma. filmin başında bu dizi yüzlerinin film için bir dezavantaj olduğunu düşünmüştüm. ancak oyunculuk mesleği hakkıyla yapılırsa her karekteri üstüne yakıştırabiliyor ya. herkes o baskın karakteri çıkartmış askısına takıp dolaba asmış ve yeni kıyafetlerini giyinmişti.

tahtaya kalan gün yazılmaya başladığı ilk anda sanki ben yapıyordum o arabayı ve sanki benim 129 günüm kalmıştı. o sahne kesinlikle kilit noktaydı. tek bir gün bile olsa bir anda ne kadar az zamanımız kaldığını hep beraber farketmiştik. ertesi gün hemen başlanamsı gerektiğini hep beraber düşündük. hep beraber başladık. günleri hep birlikte saydık.

recep usta ve mühendislerin diyalogları ise tamamen hayatın içinden parçalardı. recep ustanın tüm tecrübeli mühendisler arasından sadece muhatabı olan 24 yaşındaki necip'in elini sıkıp hoşgeldin demesi ve diğerlerine dalkavukluk etmemsi bir çok kişiye örnek olunası davranıştı. mühendislerin "hesaplamadan nereden biliyor" cümlesi ise artık klişe diyebileceğimiz bir şüphe olsa da film de yaşanarak işlenmişti. hepimiz recep ustaydık ve tecrübelerimizle biliyorduk. emekçiydik. bunca yıldır uğraşıyorduk ve kendimizden emindik. hesaplamamıştık ama yapacaktık. para hırsının olmadığı v eortak çabanın olduğu bir otomobil üretim sürecinde hepimiz o ekibin birer parçasıydık. mühendisiydik, yöneticisiydik, işçisiydik... öyleki vahide gördümün yerine geçmek yemekler yapıp cer atelyesine gitmek istedik. hatta bir önlükte biz giyinip "ben de varım ne ypabilirsem elimden ne gelirse" demek istedik. necipin eşi doğuma gidince hepimiz nilüfer olup ölmemek istedik. ve o sahne de necip olduk arkadaşları olduk ya bebek ya da annesi ölecek diye çok korktuk. sağlıklı oldukları haberi gelse de görmeden rahat edemedik. iki araba yapılacağını gündüz beyle aynı anda öğrendik. diğerlerine nasıl söyleyeceğimizi bilemedik. diğerleriyle birlikte umutsuzluğa kapıldık.

devrim arabasını yaptık. benzin göstergesinin çalışmadığını herkesten önce biz öğrendik. ekrana girip haber vermek istedik. çabaladık. benzini doldurmaya hep beraber uğraştık hepimizin eli benzin koktu. ne yaptığımız görünecek diye korkup önünü kapatanların arasından boşluk var mı diye dikkatlice baktık. bizi desteklediğini bilsekte cemal paşa'ya hiç birimiz söyleyemedik. son ana kadar umudumuz vardı belki her şey yolunda gider de hipodroma varırız dedik. büyüsünü bozmayalı devrimin. yolda kaldık. hep beraber ağladık.

görüntüleri, senaryosu, oyuncuları, kurgusu her şeyiyle tam bir bütün olan bir filmi defalarca kaçırmış olmanın pişmanlığını yaşadım. "adı devrim olan bir arabayı yollarda gezdirmezler". filmini de sinemalarda tutmazlar. her karesinde nasıl hakettiği kadar ünlenemediğini hakettiği kadar izlenemediğini düşündük. evet bizde gitmemiştik devrim arabaları vizyona girdiğinde ancak bizim vizyonda gitmediiğimiz bir çok film hiç beklemediğimiz halde gişe yapmıştı. bir türlü gidemediğim film etiketi hakettiği değeri bulamayan film etiketine dönüştü.

çok kısa süreli de olsa çankaya belediyesi şehir tiyatrosu kursiyeriyken pek sevgili hocam bahadır tokmak ilk derste demişti ki;
"sinema yönetmenin, tiyatro oyuncularındır"
gerçi ben beğendiğim her filmi her tiyatro oyununu kendimin sanırım. sanki ben yazdım, ben yönettim, ben oynadım, ben değiştirdim ışıklarını, ben söyledim şarkılarını:)
filmi izlerken hepimiz tolga örnek olduk.