uyku hali

04:00 23 Aralık 2009 Çarşamba

kimya sınavım çok iyi geçti be blog. ben bile şaşırdım. galiba bu defa bu dersi geçeceğim. geçersem de idip kimya bölümüne yükseğe başurcam umarım almazlar, naparım kimyada.
neyse gelgelelim kabuslarım yeniden başladı. geçen gece, uykumdaydım. merve beni uyandırıyor sandım sanki başımda dikiliyor gibi hissettim. gözümü açtım kafası olmayan bir adam. vücudu var kafası yok. nasıl korktum. çığlığı bastım tabi. odadaki herkes uyandı. merve de uyandı. o sırada kafasız adam ışık vesilesiyle üç boyutlu hal almış açık kapının gölgesine dönüşerek kapıya giderek kapının şeklini aldı. su içtim ben de. ama çok korktum. böyle bi geceydi. zaten geçen gece de geç yattığım için aynaya not bıraktım kalkan beni kaldırsın diye. yeni kız vardıya o kalkmış ilk önce
yazık beni kaldırmaya geldiği anda (ki benim piskopat olduğumu bilimiyor uyurken) ben nasıl korkarak uydım. ben korkunca o da korktu tabi. sonra da demez mi; (olayın akşamında)
"ben de çok mu korkunç görünüyorum yaratığa mı benziyorum diye üzüldüm".
ben uyurken yaptıklarıma aldanmayın. garip oluyo benim uyku halim. beynim çok farklı çalışıyo uykuda. ben de korkuyorum.

vay bana vaylar bana

00:55 20 Aralık 2009 Pazar

"shenandoah" diye film varmış ya; 1965 yapımı. en kısa zamanda bulup izleyip yazarım. hatta üçlü bir western collection mış.;
*shenandoah
*bend of the river
*the far country



çok cazibelisin kırmızı koltuk...

21:10 19 Aralık 2009 Cumartesi

özellikle kütüphanenin 3. katına çıktım ki çalışmamı bölmek istesem bile üşengeçliğimden aşağı inmeyim. sessiz sanılır kütüphane. bir çoğu için sessizdir de.
ben hep sesler duyarım; ilk başta birinci kattaki bilgisayarların sesi geldi;
- geli maillerine baksana belki sınavla ilgili mail atmıştır dersin hocası
daha dün akşam bakmış olsam da indim yeniden baktım. sonra fotokopi odasındaki müsfette kağıtların sesi geldi;
- günlerdir bekliyoruz burada anlaşılan kimsenin işine yaramıyoruz
üzüldüm hallerine hemen gidip bir kaçını alıp sorularımı onların üzerine çözdüm. giriş katındaki eti makinasındaki sandiviçlerin sesi geldi sonra;
- acıkmadın mı hala,bak hem tazeyiz hem lezzetliyiz
sandiviç çay arazı yapmaya karar verdim. indim. üçüncü kattaki masama geri döndüm ama susmamıştı sandiviçler;
-güzel değil miydi, bir tane daha istiyordur senin canın
gerçekte de bir tane daha istemişti canım. hem su da alırım diye yeniden indim. geldim. herkesin sustuğunu düşünüyordum ki;
-pişşt pişşt
etrafa bakındım
-pişşşt, buradayım tam karşındaki kırmızı rahat koltuğum ben
en zavallı yüz ifadesi yerleşti suratıma, haklıydı, çok rahattı o kırmızı koltuklar. orada hep uyuyan öğrenciler olurdu. montumda asılı olduğu sandalyenin üzerinden söze karıştı;
-beni de üstüne alırsın
uyumak cezbetmişti beni kırmızı koltukta. eşyalarımı topluyordum ki kalemim masadan atladı, tam onu alacakken sandalyeyi düşürdüm. masalardaki kitaplara doğru eğilmiş tüm kafalar bana baktı. kitaplar konuştu;
- sessiz olur musunuz

03:08 17 Aralık 2009 Perşembe

pekala okuyucu kesimi bu yazı 2062 yılından size bir uyarı olsun diye giriliyor bloga. neyseki kullanılmayan bir blog bulduk. bu blogun sahibi her kimse 50 yıldır girmemiş sayfasına. hala 1946 yapımı filmler izliyoruz. ehem ehem neyse uyarıma geçeyim sohbet etmek için göndermiyorum bunu.
1- daha fazla ekmek üretebilmek için 2000lerde ekmeğin içine katmaya başlayacakları radyoaktif tahıl nedeniyle 2040a gelmeden hepinizin dişleri çürüyecek. kendinizi superman sanıyorsanız buyurun bizi de kurtarın. diyeceğim odur ki 2000lerde dişlerine iyi bakmak için gece fırçaladıktan sonra yemek yemeyenler dişleri çürüyünce kaçırdıkları zevki hatırlayarak intihar edecekler. 2040 ve sonrasında her sabah gazete de dişleri çürüdüğü için ntihar edenleri göreceksiniz. eğer bu hastalığı şimdiden engelleyebilecek süper güçleriniz yoksa geceleri dişlerinizi fırçaladıktan sonra acıkırsanız aman yemeğinizden olmayın sakın. hatta geceleri uykunuz kaçarsa hamburgercilere gidin soğan halkası yiyin. haa kilo almaktan korkmayın dişleriniz çürümeye başlayınca hi bir şey yiyemeyeceğiniz için zayıflayacaksınız. burada şimdi insanlar cılız ve çürük dişli.
sinyal gidiyor galiba, hemen en önemli uyarıyı yapmalıyım; dünyayı yok ede

angel second class ( A.C.2)

23:48 16 Aralık 2009 Çarşamba

" I don't know whether I like it very much
being seen around with an angel without any wings"
kanadı olmayan bir melekle görünmek hoşuma gider mi bilmiyorum

"Holy mackerel!"altyazıda kutsal uskumru diye çevirmiş günebakan
altyazar kişimiz. henüz tam türkçe karşılığının ne olduğu
aramalarım cevap vermedi:)bilenler çoktan anlamıştır hangi
filmden bahsettimi. neyse dönelim pek güzide
"holy mackerel" imize. bu isimle bir
florida yapımı birada varmış. ayrıca da Amerika'nın Lllinois
eyaletinde bir deniz mahsülü restoranı bulabilirsiniz bu isimle.
aynı isimle bir kart tasarım firmasına rastlamanızda mümkün;

en nihayetinde gel gelelim les claypool 'un 90 lı yıllarda
les claypool and the holy mackrekel presents olarak çıkardığı
ilk solo albume;hingball with the devil


filmimizin afişini de koyalım tam olsun;


engel olunamayan yazı

02:32 13 Aralık 2009 Pazar

dışarıda yağmur yağıyor. pencereler kapalıyken dışarıdaki yağmurun sesini duyunca hemen romantikleşiyorum. yağmur hakkında yazı yazmak istiyorum ama çok sıradan olduğunu düşünüp yazmaktan vazgeçiyorum. ama ıslak yollar harika. (hava karardıktan sonra) yol kenarında bir kafenin üstü kapalı bahçesinde oturuyorum ve yağmurla ıslanan yollara bakıyorum. silecekleri çalışan araba farları geçiyor yoldan. masamın etrafında bir kedi dolaşıyor. diğer masadaki bayan o masanın kedisini kovmaya çalışıyor. kedi bana hem yakın hem uzak. yanıma gelmek istiyor gibi ama asıl derdi masa gibi. dokunmak istiyorum. rahatsız olur diye korkuorum. beraberce yolu izliyoruz. tabi ki çay içiyorum bu sırada. yanında da elmalı kurabiye yesem şahane olur.
mevsim itibariyle ağaçların döküldüğünü farketmişsinizdir. ağaçların altı kuru yapraklarla dolu. bu sarı ve de kuru yapraklar her ne kadar canlılıklarını yitirmiş olsalarda yaşama isteği veriyor bana. "bir evim olsa" diyorum bir odasında "sonbahar ağacı ve kuru dökülmüş yapraklar olsa" sonra gerçekçi oluyorum birden. evin içinde olmazki. bahçesinde olsa. ama giriş katında olsun evim. balkonuna yapraklar dökülsün. bu sene çok fazla yağmur yağmadı ankara'ya. neredeyse hiç yapmadı. bu gece yağmuru dinlemelisiniz. ne kadar hayır deseniz de kendisiyle ilgili yazı yazdıracak kadar cilveli. cilvesi yetmiyor ama hüznünü örtmeye. neden hüzünlü olur hep yağmur. sonbahar neden romantiktir. her ne kadar aralık kış mevsimine ait bir aysa da sonbahar yeni yeni hissediliyor ankarada. ve ankara tüm beton yapısına, protokol dolu sokaklarına, çatışmalarına rağmen romantik de olabiliyor. sonbaharda ankara sevilecek bir dilbere dönüşüyor. ıslak caddelerine bakan pastaneleri, işten çıkıp evlerine gidecek memurlarıyla bir anda hüzünleniveriyor. yağmur gecesine böyle yağarken kıyamıyorsunuz ona kızmaya. demekki oluyormuş. ne kadar inkar etsem de bağlanıyormuşum bu şehre yaşadıkça. nesini seviyorlarki derken, istanbulla yarışabilir mi hiç diye düşünürken, ah hele izmir yok mu tüm çekiciliğiyle cezbeden derken, son baharlarda bir de yağmur altında kedileriyle, çamuruyla, kurumuş yapraklarıyla, memurlarıyla, orta hallice yaşamı kucağına almış hüznünü gösteriyor ankara.

kalım

01:51 4 Aralık 2009 Cuma

düğüm oldu doğum bahanesiyle
ana rahminden bir hatıra
ölüme yakınsanmış dirim
gılgamış olsa ne fayda

zincirini koparan gelmiş
tahtadan kadehinde şarap ta içermiş
kaybolmuş yorganın içinde
ağlamış yastığına
sabahında her ittifakın
bir kadeh daha
kollarını açarak dans etmiş
sözlerini bilmediği şarkılarda
her şarkı bittiğinde
bir kadeh daha

epeydir sanal dünyayla pek içli dışlı değilim. geçen gece yine uyuamadığım anlarda farkettim. galiba yavaş yavaş iniş yapıyorum ayaklarım yere basmaya başlıyor. hayalci laylaylom kafam dinginleşti mi ne. neyse ne. kurmam gereken cümleler var ama sana değil blog. ilgili kişilere. ne çok söylenmemiş sözler varmış kafamda. daha dile getirilecek kadar pişmediler. geçmişten kalan kelimeler varmış. biraz daha cesurum bu aralar. eskiden korktuğum şeylerle bitlikte yürüyorum. ama tembellik kan hücrelerimde yerini almış olmalı hala çok çaba gösteremiyorum. neredeyse bir ay oldu ciddi bir şekilde müzik dinlemeyeli. (bunun ne alakası var demeyin bugün farkedip içerledim:(). haa hayal kurmayı yasaklamıştım ama bir türlü uyamadım. neyi kime yasaklıyorum zaten. hamburger de yedim defalarca. eee senden naber blog?
hepi topu iki dersim var her ikisinin de pazartesi sınavı olma ihtimali var ki bu ihtimal az önce aklıma geldi. bense evde tatil yapıyorum. yansıttığım kadar rahat değilim. bi tutuştum işin aslı yarın ilk iş iletişim kurup sınav var mı yok mu öğrenmek. uzun tatiller bu açıdan iyi olmuyor. ne vardı ne yoktu unuyuyor insan. bi önceki gelin alma yazısını hiç düzeltmedim. çok hatalı bozuk bir anlatımı var, yazdığım andan eri aklımdaydı of üşengeçlik işte. şimdi de çok zaman geçti üstünden tekrar okumak bile istemiyorum hatta belki silerim onu. bazen blog seni de kapatasım geliyor. çok sıkıcı olmaya başladın. ama bu içimdeki hiç bişeyi bırakamama bi bap yaratma hali yok mu. ah bu hal bu gidişat benim ölümüme sebep olacak birgün. keşke müziğe biraz olsun yeteneğim olsaydı. aslında blok flütte baya iyiydim ben:) şan seçmesinde başıma geleni tekrar anlatmayacağım. yüz bininci kez okuyanlar olacak. çok merak ederseniz o kara günü ve benim müzikteki yeteneksizliğimin nasıl tescillendiğini bilahare anlatırım. (onu sonra anlatırım fakaaaaaaaat:) mailime gelen garip mesajları okudum da şimdi tüm yazma şevkim kaçtı zaten ne yazıyordum ki. amaaaan, ama kar yağsa da sucuk ekmek yapsak...

inorganik insan

23:15 31 Ekim 2009 Cumartesi

sırf rüya büyücüsünü kıskandığım için yazıyorum. tabiki kafamın fazla güzel oluşunun da etkisi var. içmedim ama inorganik kimya bende iki bira bi votka üstüne elmalı martini etkisi yaptı. rüya büyücüsünden de bir şarkı istedim bakalım ne söyleyecek. eğer bu bir kaç ay kendisini değiştirmediyse kesinlikle benim için şarkı söylemeyeceğinden eminim. aç playlistini dinle demiştir hatta. napam death? eh be inorganik kimya be başıma bela mısın be. ben varya bu dersten hakkıyla kalmışım. yine hiç bişey anlamadım ya.bu arada odtü kütüphanesinde inorganik kimyayla ilgili türkçe kitap yok yani bir tane var oda inorganik kimya 2. kesinlikle elimi bile sürmedim. kütüphane de soğuk. hele bugün yağmurlu ankara. ama güzel yağmur. sokakalar ıslak. gerçi otostop çekerken de kimse durmadı. hesapladım kızların 12 de biri dururken erkeklerin 2 de biri otostopçu alıyor. ama bayan ve orta yaşlı teyzeler çat diye durup alıyor onların haklarını yememek lazım. yağmurda yürümek şahane olurdu da. o yurdun önündeki yavru köpekler de büyümüş. varış mesafeme oldukça yakınlarda konaklıyorlar. yaklaşık 8 köpek. gerçi bir k9 olan ruinayla yakın temasta bulunmuştum zamanında. tamam tamam popomu ısırmıştı elimdeki telefonu vermediğim için. ben de hemen giriş kapısında bağırdıysamda ofistekiler çıkıp bakmamıştı. ruina ısırmaz ne de olsa. kimse inanmadı. bende kanıtı gösteremedim. rüya büyücüsü yanımdaydı. bu olay o ben ve popom arasında ilelebet sır kalacakken lanet olsun ki bunu az önce bloguma yazdım. evet evet kafam hiç iyi değil farkettiğiniz gibi. çay yapayım. efsanevi siyah çay:):)

salla pati

04:12 29 Ekim 2009 Perşembe

amaan bu ne saçma blog. tüm günü salla pati geçirip, herkese sözler verip sonra kendi kafasına göre yaşayan, akşamında da yalnız kalınca oturup aman kaybeden aman korkan aman depresif bi kız. komik ya. komedi dizisi izliyorum sanki. başladığı bir işi bile bitirmiyor bitirdiği işi de yırtıp çöpe atıyor. hayaller kurup inanıyor. olduğunu sandığı şeylerin olmadğını görünce de ama şöyle başarısızım böyle başarısızım ama başarısızlığımı suçlusu da hayat diyor. yok canım sen de. hayatmış. sanki bizim kız pek sorumlu pek düzenli aman efendim pek çalışkan her şeyi hakediyor da bu namussuz hayat ona vermiyor. çok güldürdü beni şu blog çok. kendisi de istemiyor ki aslında. tembel bu tembel. kıçını kaldıracak olsa bin laf eder hayata. eserekli de bir kafası var. ay bu kız neyin doğru neyin yanlış olduğunu da bilmiyor. nerede ne söylenir, hiç haberi yok. siparişi verilmeyen bir soda masaya geldiğinde bir yudum alıp "bekaretini bozdum artık geri veremeyiz" diyor. inandınız mı yoksa o depresif hallerine. şşt. yalnız kalınca böyle oluyor. herkes uyuyunca. bu saatlerde işte. elleri titrer bir de uykusuz kalınca. bacakları ağrır. ama parmakları yazar da yazar. yazdığı da içindeki kız. çok güldürdü beni bu blog çok. bir de yazdıklarını tılsımlı sanması yok mu. sanki bi bok bulmuş gibi sevinmesi. her şey kendi hayalindeki gibi, düşündüğü gibi oldu sanmaları. gerçeklerden habersiz yaşaması yok mu. düşündüğü gibi olmadığını anlayınca nasıl afallıyor görseniz. siz de çok gülersiniz. o yüz ifadesi yok mu. ben ne düşünmüşüm be dediği an. çok komik bi blog bu çok. bir de öyle ciddi yazmış ki tanımasam bilmesem inanırım. bardağını bile yıkamıyor ki bu kız. aynı bardakta çay da içiyor kahve de kola da. bir de patates ekmeği yasaklamış kendisine. köfte ekmeğe patates kızartması koyduruyor. hamburgeri yasaklamış ketçap mayonezli sucuk ekmek yiyor. hem de sucuk ekmek daha pahalı. parası da yok ki bunun. bir de sağlıklı beslendiğini sanmıyor mu. sorsanız sanki artık tropikal meyveler yiyor. öyle olduğuna inanıyordurda. hayalci be bu. bir de yazmış ciddi ciddi. aman ne güldüm burada. işine yaramasa bile gidip geri dönüşüm kutusuna atılan ders kitaplarını alıp masasına koyuyor. çöplük gibi masası dolabı. sorsanız düzenliyim der. öyle olduğunu da sanır. çünkü hayalindeki odası farklıdır. o orda yaşadığını düşünür. sorsanız çok çalışkan. ne gülgüm ne güldüm. topu topu bir sabah dersi var daha bir kere gidemedi. geçen haftanın ödevini yapmadı. bu var ya bu bir de çok iyi kağıt oynadığını sanıyor, oysa her oyunda sonuncu oluyor. hayalci be bu. ciddi ciddi yazmış ya. ne komik blog bu. okuyanda acı çekiyor sanacak. içindeki kız ağlıyormuş. bir de zırh giyinfiğini sanmış. sanki çok güçlü adımlar atıyor artık. çok güldüm çok. iradeli olacakmış, başkalarının etkisi altında kalmayacakmış. bunları da tarottan bulabilmiş ancak. bir de bu hep bir roman kahramanı olmak istiyor. dedim ya hayalci be bu. nasıl olacak kimse bilmiyor. yaşayan bir insan olmak değil romanın içinde ama kendini hisseden bir karakter, kim olacağını hiç düşünmüyor bile. sala pati bir karakter. bir de kendisini dürüst sanışları yok mu. yazılarında itiraflarda bulunup seviye atladığını sanıyor. içmeyi çok sevmezmiş te ama içermiş. bu varya aslında sinemaya da gitmeyi sevmiyor. o koltuklarda otururken hep dizleri bacakları ağrıyor. film hemen bitse diye bekliyor. ama sevdiğini sanıp, sinemeya gitmeyi özlüyor bir de. çok güldürdü beni çok. intihara meyilli yazarlar okuyup kendiyle özdeşleştiriyor. ay bu bir de günün birinde intihar edeceğini sanıyor. sanırsınız çok gizemli, uzun paltolu rüzgara karşı uçurumun kenarında bekleyen yalnız adam. ne komik blog bu ya. bu var ya tam şaşkın. bir de sakar. saftirik bu ya. inanmayın yazdıklarına.

baddis ekmek

02:33 23 Ekim 2009 Cuma

az önce kendime hamburgeri yasakladım. patates ekmeği de. bu ikisi konusunda oldukça abartılı davrandığımı farkettim. öğlen iki patates, akşam iki hamburger. hiç bi bünye dayanmaz. ki aslında yediğimiz şeylerin vücudumuza eklendiğini ve bir parçamız olduğuna inanırsak. ben patates ekmek ve hamburgerden oluşuyorum. tropikal egzotik meyveler bulup onlardan yemeliyim artık. avokado, ananas, mandalina, mango. kolayı ve çayı da bırakmalıyım. meyve suları olmalıyım çünkü. mesela kivi olmalıyım ben. göz alıcı bir renkte, elinize batmamam için soymanız gerekmeli beni, yedikten sonra da mahoş bir tat bırakmalıyım. ya da ben mandalina olmalıyım. dilmlerden oluşmuş. bir dilimi oldukça ekşi, bir dilimi çekirdekli, bir dilimi acı... her neyse yine hayaller alemine daldım kendimi değişik meyveler olarak düşünmeye başladım. sonuç olarak patates ekmek ve hamburgeri kendime yasakladım. başlangıç olarak bu dönemlik. kendimle girdiğim bu iddia sonucunda bir şeyler de olmalı. peki. eğer hamburger ya da patates ekmek yersem (bakın patates ekmek diyorum patates kızartmasını ekmeksiz yiyebilirim) (ayrıca ketçap ve mayonezi yasaklamış ta değilim) evet ne diyorudum hah yersem (hiç te kıyamıyorum kendime hep hafif cezalar geliyor aklıma) bulamadım ceza. cezaya gerek yok. kendisine saygısı olan bir insan olarak :P zaten irademi kontrol edip yemeyeceğim(cnbc-e dergisi bu ay merlin tarotları verdi, ve tarot kartları bana sölemişti irademi kontrol etmeliymişim, kararlı ve güçlü olmalı başkalarının etkisinde kalmamalıymışım). güçlü kararlı olup başkalarının etkisi altında kalmayacağım. arkadaşlarım yalvarsa da ne olur fizik kantininde patates ekmek yiyelim diye fiziğe gideceğim ancak baddis ekmek yemeyeceğim. pazartesi günü patates ekmek arasını ne yapacağım peki? bunu hiç düşünmemiştim. eminim petülle elif çok sevinecek. zorla onlara her pazartesi karbonhidrat depolatıyordum. zaten iyiden iyiye abartmıştım olayı artık. birinin dur demesi gerekiyordu bana (ki bu kişi ben oldum. ne kadar iradeliyim:);

tarih: 12 ekim 2009 pazartesi günü eğitimdeki derslerimden çıkmış kimyaya gitmeden önce elifle petülü kandırmıştım.

mekan: fizik kantini

yenilen yemek: baddis ekmek (üstüne fizik kantincilerine özel tek şişedeki ketçap+mayonez karışımından bolca sıkılmış tuzu serpilmiş)

masa: ben tadına doyum olmayan o şahane besini hızlıca yemiştim ki ne göreyim diğer ikili neredeyse yeni başlamış daha. (ekmeğin içine o kadar çok patates koyuluyorki bizimkiler de ekmeği rahat tutabilmek için önce içindeki patatesleri yiyerek azaltmaya çalışmışlar). benim yemeğim bitince masada öylece kalakaldım karşımda ise mükemmel karışımıyla battis ekmekler yenilmekte. hemen gittim ikinciyi aldım (tabi her ikisinin yanında da ayran). aynen diğerindeki gibi ekmeğimle bütünleşip çevremdeki herkesi unutarak (etraf buğulandı ben ve elimdeki ekmekarası ön plana çıktık) onu da bir çırpıda yiyiverdim. neyseki bu defa bana yetişebildiler de, çok fazla beklemedim.

yemek sonrası: evli evine köylü köyüne... ben de kimya dersine gidecektim. masadan kalktım ki midemin beni fazla zorladığını hissettim. patlamak için sabırsızlanan nişasta bombası gibiydim. olduğum yerde kalıp patlamadan beklemek istedim ama mümkün değildi.

karar anı: derse gitmeyecektim.

eylem: elmalı soda alarak o sırada batak oynayan (3,5,8) arkadaşların yanına gidip oyuna 4. oldum. tabiki ikinci sodayı da aldım.

akşam yemeği: o gün başka yemek yiyemedim

düzeltme: tamam gece karışık tost yedim :S

başka bir düzeltme: buraya koymak için patates resimleri ararken ya da hamburger karnım çok acıktı. pizza resimleri falan da vardı. pizzayı da yasaklasam mı diye düşündüm kendime de o kadar acımasız olamadım.

bambaşka bir düzelte: neyse yaa fotoğraf koymuyorum hiç biri fiziğinkine benzemiyor. onun fotoğrafını çekip koymalıyım.

enteresan

02:26 22 Ekim 2009 Perşembe


araba giderken camından başımı çıkararak rüzgara karşı direnip motosiklet sürdüğümü hayal ediyorum.

(arabada sigaramın külü camdan dışarı atacakken rüzgardan hep içeri giriyor, ufak kıvılcımler üstüme her döndüğünde gereksizce paniklemek)

insanlar başarısızlıklarını kendileri seçmiş gibi davranırlar. belki mekanizmalarının savunma şeklidir bu; beynin işlevselliğini yitirmemesi için. kaybediş hikayeleri dinlerken bulunan mazeretlerin o anlatıya ait olmadığnıı her zaman farkeder dinleyici. ama adı üstünde ya o an için dinlemekle görevlendirilmiş beyni dışa vurmaz bu farkındalığı. bu hikayelerdeki başarısızlıklarbeklenmedik sonuçlar değildir. zaten sonucu önceden görülmüş göze alınmıştır. çoğunda kurulan mazerete dayalı vazgeçmişlik anlatılır. yeni umutların varsayımları dillendirilir. cümleleşmiş teselliler de teselli işlevinden çıkmış öngörülmüş gerçeğe dönüşmüştür. olsaydı da anlatıcı zaten kullanmayacaktı başarıyı. olmaması daha iyi olmuştur çünkü istemiyordur. bazılarında planlanmış bir sonuç vardır. kahramanımız kaybedilmiş gibi görünen olgunun işine yaramayacağını farkettiği için oluşmasını engelleyecek şekilde davranmıştır. anlatıcılar bazen de nerede hata yaptıklarını farkettiklerini yeniden deneyeceklerini iddia ederler. kimi anlatıcı ise haksızlığa uğradığını hiç beklenmeyen şeylerin olduğunu açıklar. bir çok hikaye kendiliğinden başlar. nedeni sorulmadan. kaybetmek kolaydır da kabullenmek değil. dinleyici hikaye boyunca bilir bir kaybedeni dinlediğini ama yine de umut verici tepkiler içindedir. başlıca hikayenin hiç kesintiye sorguya uğramadan dinlemil olması güven artırıcı bir hamledir. ve bir yolculuğun daha başlamasına vesile olmuştur. anlatıcı anlattıkça hikayesine inanacak, kaybettiğini unutacaktır. . kazanmak için çabalamak onu canlı kılan etkendir. kazanmak ve kaybetmek üzerine kurduğu senaryolar devam edecektir. metabolizması durana kadar.

enteresan duygu paylaşımı-3

12:15 19 Ekim 2009 Pazartesi

bölüm kantininde uyuklarken yan sandalyeye koyduğum montun hareket ettiğini düşünüp ansızın gözümü açarak onu yakalamaya çalışmak.

kupa kızı

23:31 18 Ekim 2009 Pazar



porselen kupanın içindeki çayın sıcaklığını hiç dokunmadan, yanında uzanan kolumda hissedebiliyorum. yüksek derecedeki sıcaklık kolumu ısıtırken bunu içimdeki yanma hissiyle farkettiriyor. gövdemin içi yanıyor; üstümü çıkartmamı emrediyor. klavyemle aramda durduğu için yanaklarımı da ısıtmaya başlıyor kupa. yüzüm kızarıyor sıcaktan, kolum ısınıyor, üzerimdeki tişört bedenimden kurtulmak için yalvarıyor. diğer kolumda bir karıncalanma başlıyor. bacaklarım tüm bu olanlardan bağımsız üst üste atılmışken üstteki pervasızca sallanıyor. ısınan koluma bağlı elim karıncalanan kolumu kaşıyor. bulaşıcıymış meğer. ısınan kolum artık karıncalanıyor da. yanan göğüs kafesim sıcaklık dengesini tutturmuş olmalıki tişörtüm sakinleşmiş. ısınma hissi kaybolmuş. vücudum sakinleşiyor. çayımın soğuduğunu anlıyorum. şimdi yazmayı bırakıp tek yudumda soğuk çayımı bitireceğim.

yaheya

00:18 16 Ekim 2009 Cuma

bugün yemekhane de cevizli incir tatlısı çıkmış:):) tesadüfen öğrenerek dört köşe oldum:)

şerbetçinin kızı

16:14 15 Ekim 2009 Perşembe

yalın ayak betonda yürürken
çamaşırlarımı ıslak ıslak giymişken
duş sonrası kokularım bitmişken
en sevdiğim elbisem üzerimdeyken
tırnaklarım yenmiş ellerim bakımsızken
akneli cildim iyleşmemişken
bordo botlarımı bulamıyorken
anahtarım kapıyı açmıyorken
dudağımda ruj farımı sürüyorken
kapının önünde bekle sevgilim

son

01:53 14 Ekim 2009 Çarşamba

artık yazmayacağım

son günlerde her sabah alarmsız 7 de uyanıp 8 e kadar saçmalamak;

- saati on sanıp evden çıkarak (sokaklar boş ve soğuk) markete gidince marketin kapalı olduğunu görmek buna şaşırıp büfede ki kişiye saati sorunca 7'yi 20 geçtiğini öğrenip eve dönüp yatmak.

- diğer odaya gidip uyuyan arkadaşları uyandırıp " üst kattaki komşu uyanmış diğerleri de uyanmadan gidelim" demek

- 8 kadar uyumalıyım ve kalkıp derse gitmeliyim diye düşünüp geri yatınca dersi kaçırmak

neyseki bu gece içmedik...

: her gün aynı ödevi yapmak için masaya oturup araştırma yapmak başka işlerle uğraşıp bir türlü başlayamamak (4 gün sürdü- sürmekte)

uyanış

13:26 8 Ekim 2009 Perşembe

geç yatarsınız bazen (gece 4-5 gibi), sabah 7 de bazı sorunların çözülebilmesi için sizdeki bilgilere ihtiyaç vardır. acımasızca uyandırılırsınız. göünüzü açtınız. oldukça dinç, yüzü yıkanmış, saçı taranmış, pijamalarını çıkarmış, iş başı yapmış bir insanın kafasını gördünüz. sizin çapaklı gözlerinizle onun makyajlı gözleri karşılaşır. kırpıştırırsınız gözlerinizi; tanırsınız. birinci soru gelir (ne olduğunu duymadınız bile anlayamadınız da) ;

-hulaburoleyli?
-bilmiyorum (mırıltı şeklinde çıktı ağzınızdan akabinde hemen gözlerinizi kapatıp uyumaya devam ettiniz)

cevapları almaya kararlı kişi ise ısrarla yeniden uyandırır;

-hulaburoleyli?
-hı hı tamam (mırıltı azalmış ses netleşmiş)

....uykuya devam...

uyumanızı hiç istemeyen bu kişi vazgeçmez ve yine yeniden uyandırır;

-hulaburoleyli?

bunun sonu olmayacağını düşünürsünüz ve kendinden emin, kararlı, hazır giyim, boyalı bakışlara yenik düsersiniz. yataktan doğrulur soruya odaklanır ve tekrar sormasını istersiniz

-diğer yatakta kim yatıyor?

(haa bu muydu yani tüm velvele)

!! bu sorunun neden size yöneltildiğini düşünecek kadar uyanık değilsiniz. diğer yatağa bakıyorsunuz yatan kişinin yüzü görünmüyor. "gidip baksana" diyemeyecek kadar uykudasınız. bu soru o kadar normal geliyor ki hatta bilmediğiniz için seviniyorsunuz başka soru gelmeyeceği için)

-bilmiyorum! (gayet net bir sesle verilmiş cevap)

cevaptan tatmin olmasa da, yataktan kalktığınız ve gösterdiği yere baktığınız için bilmediğinize inanıyor. hiç bir şey garip değil. uykuya devam.

saat 12:30 civarı uyandığınızda ilk başta her sabahki gibi saate bakacaksınız. alarmı kaça kurduğunuzu düşünüp kaçırdığınız dersleri farkedeceksiniz. çok ta önemsemeyip bir süre daha yatakta kalmaya devam ederken flash patlayacak. sabah olanlar rüya mıydı gerçek miydi?

o andan sonra her şey garipleşecek....



tam da bu noktada aklıma tavşan ile kaplumbağanın hikayesi geldi. (masalı dinlemek için buraya tıklayınız )

masalın sonunda (fabl demek daha doğru olur) çıkarılacak dersler;

-yavaş gittiğimize aldanmayıp uğraşırsak herşeyi başarabileceiğimiz
-hızlı olduğumuza güvenip nasıl olsa yaprım düşüncesiyle tembellik etmemek

her iki durumda da çalışmayı vurgulayan bir masal olması dolayısıyla çıkarmamız gereken ders; ne olursak olalım azimli ve çalışan insanldar olmamız gerektiğidir. ancak yine de aklıma takılan bazı sorular da var;

_ eğer tavşan kendisine bu kadar güvenip uyumasaydı (tembellik etmeyip çalışsaydı) yarışı kazandığı zaman kaplumbağayla dalga geçmekte haklı olacak mıydı?
_ kazanması sonucunda kaplumbağayla dalga geçme şiddeti artacak mıydı?
_ kaplumbağanın ne yapıp ne yapamayacağını bilmeyerek girdiği yarışı tavşanın tembelliği sonucu kazanması onu tavşandan daha hızlı koştuğuna inandırmayacak mı?
_ tavşanın hatasının tembellik olduğunu biliyorsa neden en başta hızlı koşabildiğini iddia etmişti?
_ masal da vurgulanmak istenen acaba; "tembellik edip kendinizden daha güçsüz olanlara zafer kazandırmayın" olabilir mi?
_ kaplumbağanın yarışı kazanması tamamen şans eseri olduğu aşikarken vurgulanmak istenen nasıl; "yapamayacağınızı düşünmeyin; çabalarsanız her şeyi yapabilirsiniz" olabilir?
_tavşan uykusundan biraz daha erken kalksaydı hem tembellik edecek hem de yarışı kazanmayacak mıydı?

kafamdaki bu sorular ışığında bu masalın için söyleyebileceklerim;

tesadüflerle yapılan kazançların da başarı sayıldığı dşündürmüştür çocuklara (kaplumbağanın kazanması). her hangi bir dikkatsizlikle sahip olduğumuzu başkasına kaptırmamayı (misal; tavşanın hızlı olma ünü). hayal dünyasında yaşamayı öğretmiştir çocuklara (hiç hızlı koşamasa da kaplumbağa tavşanı geçeceğini düşünüyor) kendi yeteneklerini farketmeyi değil de başkalarının yeteneklerine sahip olmayı düşündürmüştür. zira kaplumbağanın yarışı kazanması da bu düşünceyi iyice körüklemiştir. son olarak ta çocuklar hem tembelik edip hem istediklerini alabilmeleri için daha dikkatli olmayı öğrenmişlerdir (tavşanın daha erken uyanıp yarışı kazanama ihtimali).

bunları iyi öğrenen çocuklardır işte büyüdükleri zaman kazanlar. ne yapmaları gerektiğini öğrenmişlerdir çünkü ve bunun için kendilerini pazarlayabilme alıştırmalarına o zamanlardan başlamışlardır. alışmışlardır da.

bu masal nasıl bitebilirdi?

_ kaplumbağa tavşanın dalga geçişlerine aldırmamayı öğrenebilirdi.
_ kaplumbağa yavaşlığı sayesinde kendine uygun bir şey başarabilirdi
_ tavşan zaten hızlı olduğundan emin olduğu için yarışa girmeyebilirdi
_ tavşanla kaplumbağa tartışıp arkadaşlıklarını bitirebilirdi


iyi ki böyle bitmemiş...
o zaman tüm çocuklar kaybederdi...

hayata dair öğrenilmesi gereken en önemli şey "kendini pazarlayabilmek"miş. kendisini iyi pazarlayabilenlere dair bir liste...

* daha kolay iş bulur
* daha rahattır
* kendisine daha fazla güvenir
* daha hırslıdır
* daha çok arkadaşı vardır
* neredeyse hiç birisine karşı dürüst değildir
* daha iyi olduğu düşünülür
* daha çok biliyor gibi görünür
* işlerini hallettirir
* genelde üzgün oldukları görülmez
* pazarlama konusunda kendilerini devamlı geliştirirler
* taktiklerini güncellerler
* olmadıkları gibi görünüp göründükleri gibi olduklarına inanırlar ve inandırırlar
* fırsatları kaçırmazlar
* yakaladıklarını da asla bırakmazlar
* her zaman başardıklarını sanırız
* pazarlığa girdiğimizi nadiren anlarız
* çoğunlukla beğenir ve onları alırız

mezuniyeti yakın biri ve aynı durumdaki arkadaşları eğer kendilerini pazarlamakta pek te iyi değilse hepsi için sefil parasız bir gelecek görünmektedir. hala biraları nazdan alıp -ucuz olsun diye- devrimde içmektedirler. bundan yakınmazlar. devrim güzeldir. ama hayat devrimde içerek geçirecek kadar kolay değil. sorumluluklar... kaygılar... kendilerinin değilde çevredekilerin beklentileri... iş hayatı öncesi sendromu atlatılması en zor sendromdur. en önemli belirtileri ise;

uykusuz geceler
karışık kafaları
sorulmasından bıkılmış sorular
üzerine telefon numaraları yazılmış kağıtlar
üstü çizilmiş adresler
yazıya dökülmüş tecrübeler, referanslar
görüşmelerde anlatılamayan beceriler
parasal konuları açammamak
KENDİNİ PAZARLAYAMAMAK

öyle regl öncesi sendromu gibi tatlıyla, çikolatayla, hediyelerle, alttan alınmalarla geçirilecek bir şey de değildir.

sonu pek te ciddi düşünülmeyen okul hayatı sona yaklaşınca ya da sonlandığında okunan kitapların, yapılan sohbetlerin, içilen biraların, gezilen sokakların, gidilen konserlerin, tiyatroların, izlenenen filmelerin, katılınan kursların, seminerlerin, alınan sertifikaların yeterli olunmadığı öğrenilecektir. özgeçmişiniz ne kadar dolu olursa olsun, referansarınız ne kadar sağlam olursa olsun kendinizi pazarlayamazsanız hep kandırılırsınız. belki işe kabul alırsınız ama hep sanki yeterli değilmişsiniz gibi davranılacaktır. en önemlisi ise parasal konuları konuşabilme yeteneğidir;

"bu parayı istiyorum, ben buyum şuyum ve değerimin miktarı budur"

iş yaşamında kazanmanızı sağlayacak söylemdir.

kendine güvenen tavrınız
yaptığınız her şeyi mükemmel gibi göstermeniz
sanki en harika siz mişsiniz gibi davranmak
hatta buna kendinizi inandırmak

belki de okurken alışmanız gereken şeylerdir. her şeyi boşverip buna çabalamalısınız. bunun için bir kaç alıştırma;

arkadaşlıklarınız da bile kendinizi öyle bir pazarlayın ki herkes en çok sizi sevsin.
sevgili adaylarınıza öyle bir pazarlayın ki en ideali sizi seçsin
hocalara öyle bir pazarlayın ki derslerle çok ilgili olduğunuzu düşünsün
hiç sevmesenizde yaptığınız işi, hatta konu hakkında hiç bilginiz olmadığını biliyorsanız bile şşştt aman haa sakın çaktırmayın
sanki çok uğraşıyor da yapamıyor gibi davranın
kendinizi öyle bir pazarlayınki size inansınlar, saf ve iyi niyetli aptallar size yardım etmek için uğraşsın

çünkü bu olgu tepeden inme olmuyor. e hadi öyle olayım da bu işi kapayım demekle olmuyor. kendinizi pazarlamak üzerine alıştırmalara ne kadar erken başlarsanız o kadar yüksek maaşla işe başlarsınız.

bu da ceplerini parayla doldurmak isteyenler bir tavsiyem olsun. hayatta başarılar.

neyim var

03:38 3 Ekim 2009 Cumartesi

durdukça içesim gelir
çok ta beğenmem ya tadını
yine de içesim gelir
o gelir ben içmem
o gider ben içmem
oysa pek te severim içkiyi
ta ki vücuduma girene kadar

beynin kontrolünü kaybettiği kelimlerim var
ikinci ellilikte sinyal verir harflerim
dedim ya
çok ta içemem zaten

bu gece pis dağıtasım var
beynimi delik deşik etmek
belki yere atıp üstüne basa basa dans etmek
6 ellilik içip kusmuğumun içine batırmak
onu atıp yolun ortasına arkama bakmadan koşasım var

bir de sigaram var
her dalında tiksinirim
günde bir paket bitirsemde
içmediğimi sandığım
her nefesi son olan

beynimin içini oyasım var
cigaramı üstüne iyice bastırıp çevirerek söndürmek
belki dumanını üfleyip başını döndürmek
6 paket içip izmaritle kaplamak
tek kibritle onu yakasım var

yanmış kibrit kokusu.

üç nokta

23:14 2 Ekim 2009 Cuma

hayatın içine doğuyorsun sonra ne yöne gidersen git "no exit" yazıyor

yıllardır kimseye böyle kötü duygular beslememiştim. ama bunca yıldır toplu yaşarım böylesini de görmemiştim. yurt hayatımda ilk kavgamı edeceğim gibi...

ben mal olmuşum galiba. otomatiğe almışım sinirlerimi. belki de hoşuma gitti bu gıcık olma hissi. çok garip bir şey anlatamam (anlatamayacaksan ne yazıyorsun?) aslında kızın bana karşı yaptığı bir hata yok tamam görgüsüz ve beyinsiz olduğu bir gerçek olsa da bu kadar kini gerektirecek bir şey yapmadı ama neden böyle oldum. nasıl bir enerji uyuşmazlığı. neden böyle hissediyorum. ben galiba depresyona girdim farketmeden. ya da hala sigaramı içmediğimden...

insanın kulaklığıyla sevişmek istediği anlar işte bunlar; odadaki abuk sabuk konuşmaları duymamı engellediği zaman aşık olurum kulaklığıma.
eskiden bu odada huzur vardı şimdi ise kusur...
çok sıkıntılıyım okuyucu çok. sigara içesim var odada içemiyorum. zaten odada hiç içmiyorum da. bu yazıyı bitireyim balkonda yakacağım tütünümü. aman ha okuyucu sakın öleyim deme. sen benim ilham kaynağımsın. ve sen ölürsen mezarını kazar kemiklerini çıkarırım hayata dön beni oku diye. yazamam sen ölürsen şizofren olurum. (bugün ardıç kitabevinde yemek yerken bir kitapta okudum. kitabın adı faucault'un hayaleti'ydi )
öyleyken böyle. bu da ne iç karartıcı yazı oldu. görgüsüz ahmak. iyi ki varsın be blog.

yurtta kalmanın en kötü yanı odadaki elemanlarla kafanızın uyuşmayışıdır. kafanızı geçin atmosferiniz bile uyuşmuyor bazen. auranız değişiyor. titreşimleri garipleşiyor. insan ancak bir yurt odasında katil olmaya bu kadar yaklaşıp kendini tutabilir. neyse ya bu yeni kızı yazmak istemedim şimdi tüm keyfim kaçacak. hah bu yazıda yarım kalsın aynen odadaki huzurumun yarım kaldığı gibi...
bari sesi açıp feysbuktan hip hop videoları dinlemeseydi, en azından günü kurtarırdı.

ağabey

12:41 1 Ekim 2009 Perşembe

kadınların yaş takıntısını hep saçma bulurum. "bana abla deme" gibi saçma bulduğum bir takının sembolü olan cümleyi kuracağım hiç aklıma gellmezdi. odamıza yeni gelen zat-ı muhterem elektrik elektronik mühendisliği ikinci sınıf öğrencisi henüz. daha önce de odama benden yaşça çok küçükler gelmişti. yaş farkının bir önem olmadığını bilen ergin kişiler olarak kaynaşmış arkadaş olmuştuk. takılmıştık birlikte hatta birbirimizin arkadaşlarıyla.yeni kızın odamıza gelişi daha 1. haftasını bile doldurmamıştı (odayı sahiplenmişim yanlış olmuş; odaya gelişi:)) hafta sonunu diplomasını almaya gelen çiçeği burnunda arkadaşlarla dikimevinde evde geçiriştm.. salı günü odaya geldim. ikinci sınıf yeni arkadaş bana "hoşgeldin luna abla" dedi. en az 5 saniye dona kaldım. gözbebeklerim akın içinde fıldır fıldır dönmeye başladı. kelimeler sanki yerdeki betondan ayak parmaklarıma girip vücudumdan yukarı, dudaklarıma doğru yola çıktı.
"hoşbuldukta abla falan gerek yok öyle şeylere".
kelimeler çıkıp tekrar yere dökülürken sarsıldım. O CÜMLE. yaşlanmaktan korkmak değilde sanki arkadaş kaybetmekten korkuydu bu. ve neden yaşın bir sorun olduğunu daha iyi anladım. yaşlanmak fiziki yapının gelişmesini tamamladıktan sonra vücudun diriliğini yitirmesi olarak tanımlanırdı ve kadınların bunu hep çirkin göründüklerini düşünüp ya da potansiyel sevgili aday kitle yaşını düşürmek istediklerinden gizlediklerini sanırdım. insanın yaşlanmak istememe nedenlerinden biri de daha genç olanlarla araya bir resmiyet girme olasılığıymış. abla, abi kelimeleri samimiyet çizgisini inceltir çünkü. kendinizden 2 yaş küçük birinin size abla demesi onunla arkadaşça takılmanızın önünde bir engeldir. ve bu korkutur. arkadaşlarımın ablası olmak istemiyorum.

geç kalmış bir izlenim de olsa...

vizyona daha girmemişti bekliyordum. girdiği gün hemen gidip izleyecektim. hatta sinemalara girmeden paylaşım programlarından indirmeyi hedeflemiştim. bulamadım. bir otomobil ismi devrim olan. gösterime başlandı. gidemedim. kısa süre vizyonda kaldıktan sonra gösterimden kaldırıldı. parasızlıktan mı gereksiz işlere olan meşguliyetimden mi bilinmez. o kadar az vizyonda kalacağını tabiki tahmin edememiştim. bir süre sonra yeniden sinema salonlarında gösterildi. yine gidemedim. her daefasında içimde gitmek isteği ve her gidemeyişimde pişmanlık. paylaşım programına da bakamadım hiç. aklıma gelmedi. odtü de gösterileceğini öğrendim. 1 hafta boyunca. gidemedim. nedenini hatırlamıyorum. gösterimden kalktığı gün gidemediğime üzüldüm. daha sonra tek günlük devrim arabaları gösterimi yapıldı. afişini yine gördüm. yine heyecanlandım gitmek için. planladım. ama gidemedim. yinelenen izleyememe olgusu rutin haline gelmişti. artık izleyememek, gidememek garip değildi. hatta bu film benim izleyemediğim film olarak etiketlenmişti beynimde. onun özelliğiydi.

bu akşam (ya da dün akşam gece 12 den sonra yazarken hep kafam karışıyor) izleyemediğimiz how i met your mother ve big bang theory bölümlerinden sonra dexter dan sıkılarak devrim arabalarını indirip izlemeye karar verdik. son ki gündür dilimizdeydi de nedense yine de başka bir diziden sıkılmamız gerekti bilgisayar başındayken aklımıza gelmesi için. paylaşım programımız sağolsun bizi üzmedi hemen buluverdi. film başladı.

filmin daha başında haluk bilginere yaklaşarak yapılan çekimle görüntülerin kaliteli olacağını hissetmiştim. zira filmin sonunda özellikle görüntü yönetmeninin ismini görmek istedim: hasan gergin. çekimlerden başlamam pek iyi olmadı ya madem başladım buradan devam edeyim. bir çok görüntüyü dondurup masa üstünüze koymak isteyebileceğiniz türden çekimler yapılmış.

her oyuncu ayrı ayrı şahane olmuş. daha önce envai çeşit dürüst vatan sever devlet adamı rolllerinde görmeye alışkın olduğumuz uğur polat bizi şaşırtarak devrim arabasının yapımını engellemeye çalışıyor. dizilerdeki rolleriyle kişileri özdeşleştirmeye alışkın olduğumuz için bu seçimi oldukça cesur buluyorum. sadece uğur polat değil filmin baş rolündeki her mühendis ayrı ayrı birer dizi karakteri olarak işlenmiş beyinlere. ismini bilmeyenler bile her oyuncunun yüzüne aşinadır. ve her biri için beyinlerde belirlenmiş ve yerleşmiş bir karakter vardır. vahide gördüm tam da bu yerleşmiş karaktere uygun olarak yine ideal kadını oynuyordu. hiç izlemediğim halde reklamlarından ve annemin izlencelerine ettiğim misafirliklerden beynime yerleşmiş halit ergençin aliye adlı dizideki sinan karakteri geldi aklıma. filmin başında bu dizi yüzlerinin film için bir dezavantaj olduğunu düşünmüştüm. ancak oyunculuk mesleği hakkıyla yapılırsa her karekteri üstüne yakıştırabiliyor ya. herkes o baskın karakteri çıkartmış askısına takıp dolaba asmış ve yeni kıyafetlerini giyinmişti.

tahtaya kalan gün yazılmaya başladığı ilk anda sanki ben yapıyordum o arabayı ve sanki benim 129 günüm kalmıştı. o sahne kesinlikle kilit noktaydı. tek bir gün bile olsa bir anda ne kadar az zamanımız kaldığını hep beraber farketmiştik. ertesi gün hemen başlanamsı gerektiğini hep beraber düşündük. hep beraber başladık. günleri hep birlikte saydık.

recep usta ve mühendislerin diyalogları ise tamamen hayatın içinden parçalardı. recep ustanın tüm tecrübeli mühendisler arasından sadece muhatabı olan 24 yaşındaki necip'in elini sıkıp hoşgeldin demesi ve diğerlerine dalkavukluk etmemsi bir çok kişiye örnek olunası davranıştı. mühendislerin "hesaplamadan nereden biliyor" cümlesi ise artık klişe diyebileceğimiz bir şüphe olsa da film de yaşanarak işlenmişti. hepimiz recep ustaydık ve tecrübelerimizle biliyorduk. emekçiydik. bunca yıldır uğraşıyorduk ve kendimizden emindik. hesaplamamıştık ama yapacaktık. para hırsının olmadığı v eortak çabanın olduğu bir otomobil üretim sürecinde hepimiz o ekibin birer parçasıydık. mühendisiydik, yöneticisiydik, işçisiydik... öyleki vahide gördümün yerine geçmek yemekler yapıp cer atelyesine gitmek istedik. hatta bir önlükte biz giyinip "ben de varım ne ypabilirsem elimden ne gelirse" demek istedik. necipin eşi doğuma gidince hepimiz nilüfer olup ölmemek istedik. ve o sahne de necip olduk arkadaşları olduk ya bebek ya da annesi ölecek diye çok korktuk. sağlıklı oldukları haberi gelse de görmeden rahat edemedik. iki araba yapılacağını gündüz beyle aynı anda öğrendik. diğerlerine nasıl söyleyeceğimizi bilemedik. diğerleriyle birlikte umutsuzluğa kapıldık.

devrim arabasını yaptık. benzin göstergesinin çalışmadığını herkesten önce biz öğrendik. ekrana girip haber vermek istedik. çabaladık. benzini doldurmaya hep beraber uğraştık hepimizin eli benzin koktu. ne yaptığımız görünecek diye korkup önünü kapatanların arasından boşluk var mı diye dikkatlice baktık. bizi desteklediğini bilsekte cemal paşa'ya hiç birimiz söyleyemedik. son ana kadar umudumuz vardı belki her şey yolunda gider de hipodroma varırız dedik. büyüsünü bozmayalı devrimin. yolda kaldık. hep beraber ağladık.

görüntüleri, senaryosu, oyuncuları, kurgusu her şeyiyle tam bir bütün olan bir filmi defalarca kaçırmış olmanın pişmanlığını yaşadım. "adı devrim olan bir arabayı yollarda gezdirmezler". filmini de sinemalarda tutmazlar. her karesinde nasıl hakettiği kadar ünlenemediğini hakettiği kadar izlenemediğini düşündük. evet bizde gitmemiştik devrim arabaları vizyona girdiğinde ancak bizim vizyonda gitmediiğimiz bir çok film hiç beklemediğimiz halde gişe yapmıştı. bir türlü gidemediğim film etiketi hakettiği değeri bulamayan film etiketine dönüştü.

çok kısa süreli de olsa çankaya belediyesi şehir tiyatrosu kursiyeriyken pek sevgili hocam bahadır tokmak ilk derste demişti ki;
"sinema yönetmenin, tiyatro oyuncularındır"
gerçi ben beğendiğim her filmi her tiyatro oyununu kendimin sanırım. sanki ben yazdım, ben yönettim, ben oynadım, ben değiştirdim ışıklarını, ben söyledim şarkılarını:)
filmi izlerken hepimiz tolga örnek olduk.

başkalaşım

22:57 23 Eylül 2009 Çarşamba

an itibariyla hayal kurmayı yasaklamış bulunmaktayım. bunca yıldır kurduğum sayısız hayallerin beni bir sonuca getirmiş olması beklenir. oysaki ben hala kendi ağacımın gövdesinde aynı yükseklikte sürünmeye devam ediyorum. başkalaşım geçirdiğim zaman hangi renklerde kanatlarım çıkacağını çok merak ediyordum oysa. bu süre uzadıkça yeni renkler hayal ettim. başkalaşım geçirememekten korkmaya başladım zamanla. her kelebek gibi gelişeceğimden emindim ancak akranlarım çoktan öldüler bile.
ölümsüz müyüm?. "the man from earth" filmindeki adam gibi hiç büyümeyecek miyim?

-the cure caterpillar-

gündem

18:17 17 Eylül 2009 Perşembe

  • Erdoğan: Çıkarılacak dersler var
  • Anne Karabulut Garipoğlu'yla yüzleşseydi...
  • HSYK’ya şüpheli zarf
  • Altaylı: Garipoğlu ailesi onu Suriye’den getirdi
  • Elektriğe yüzde 10 zam geldi
gündemden ana başlıklar. farkettiniz mi?

bana sorarsanız en güzel meyve ne diye (ki sordunuz varsayıyorum) incir derim. hatta incirin tatlısını yapmanızı da isterim. tazesi, kurusu her türlü incire he derim. tabi mevsim itibariyle tazesi dururken de kurusunu istemem siz yinede alır gelirseniz yok demem. ancak kurusundan tatlı yapıpta gelseydiniz diye söylenirim. her yiğidin bir incir yemesi vardır. ben kabuklarını soyar da yerim. derseniz ki incir üzerine bu kadar kelam neden? dini bayramlar bende tatlıların sembolüdür. ve bekliyorum ki konudan komşudan hazır baklava almasınlar. bulurlarsa ev baklavası onu alsınlar. fıstıklı olmasın cevizli olsun. fıstık ya biranın yanına çerez olmalıdır ya da çikolatanın içinde,tahin helvasına da konulabilir (salam kesinlikle fıstık için uygun bir konak besin değildir). fıstıklı baklava ise kimilerine göre vazgeçilmez olsa da (özellikle içi fıstık dolu sarmalar) ceviz ilk sırada gelir benim için. daha önce de içinde ceviz barındıran yazılarım olmuştu:) cevizin içinde bulunması gereken ana tatlı ise incirdir. baklavası yapmayı bilmiyorsa konu komşu o halde cevizli incir tatlısı yapsınlar. ev baklavası nasıl yapılır biliyorlarsa bile kolaya kaçsınlar incir tatlısı yapsınlar. bu bayram tüm evlerde incir tatlısı olsun. hatta koka kolanın reklamlarındaki ramazan sofrasına bir de incir tatlısı koysunlar. çikolata şeker almasak ta tepside incir tatlısı sunsak.

notumsu: bilumum meyve tatlıları dadından yinmez :)

hasene ablamız var bizim. ayda bi kere (bazı aylar 2 kere) gelir evi dip köşe temizler. o günler kahvaltıyı onla yaparız öğlen yemeğimizi yeriz akşam yemeğine kalmadan 70 lirasını alır gider. tabi alacak parasını, mesleği bu. bugündüz yine bizdeydi. bayram öncesi temizliği için. daha önce onu hep çalışırken görmüştüm ancak bu defa karpuz kabuğu oldu aklıma düştü; acaba ne olmak isterdi? önce hemen sormak istedim;

"hasene abla bi şansın olsa hangi mesleği yapmak isterdin?"

bu sorunu cevabını hemen kendim verdim. daha doğrusu verdiği cevabı hayal ettim;

"devlet dairesinde bir memur olmak isterdim"

acaba gerçek cevabı ne olurdu; bir heykel traş olmak ister miydi mesela ya da fotoğrafçı. her hafta kaçırmadan izlediği dizinin baş rol oyuncusu olmak istemez miydi peki. sorsaydım soruyu aklına bunlar gelir miydi? küçükken doktor olmak istemiş miydi? peki içinde kalmış mıydı olamadığı şeyler yapamadığı meslekler. devlet memuru olsaydı evet istediğim işi yapıyorum, bu iş için yratılmışım ben mi diyecekti?

belki gerçek cevabı kendi mesleği olacaktı. çocukken de çok seviyor olabilirdi temizlik yapmayı. misafirliğe gittikleri evde toz görse dayanamaz silerdi. cebinde eşantiyon çamaşır suyu da taşır mıydı acaba? sonrasında hem sevdiğim işi yapayım hem para kazanayım mı demişti?

işini değiştirmek için çabalıyor mudur. yoksa kabullenmiştir de halini çocukları için mi umutlanıyordur. onlar mı doktor olsun istiyordur artık. tek başına olsaydı da hayatta aynı işi mi yapardı?

hiç birisini soramadım. herkesin kabullenmişliğinine alıştığını düşündüm. sanki doğduğundan beri bu işi yapıyormuş gibi davranılmasına. ona yazılan rolün bu olduğu sanılmasına. sorularla şaşırtmak istemedim belki de. çünkü bilirim farkındalığın dönüşü yoktur.

soğuk

19:40 16 Eylül 2009 Çarşamba

eylülün 9 uydu, sonbaharın ilk şiddetli yağmuru ankara'ya düşerken ben sokaklarında açık bir internet kafe arıyordum. doluya dönüştü yağış. hoşgeldin son bahar...

benim için çok hızlı geçen yaz mevsimi bitmiş anlaşılan. artık tişörtle çıkmadığımı farkettim. ince bir mont ve hatta ayağa da çorap. soğuğu özlemişim. işte yaşadığımı hissediyorum yeniden. yaz mevsiminin tüm karamsarlığı gitmiş üstümden. soğuk havada ısınmaya çalışmak. gerçeklik.

gecelerin daha karanlık oluşu ve gök gürültüsüyle eşsiz düeti. eve erken gelinecek artık üşümemek için. battaniye altında izlenecek filmler. fırınlar açıldığı zaman bunalmayacak insanlar. boş boş gezenler azalacak. işler yoğunlaşacak. öğrenciler okula gitmeye başlayacak. uğraşılar...

artık pek kalmadı ama sobalı bir ev bulsak. ayaklarımızı, ellerimizi hissetmezken, gözlerimizden yaş gelmişken girsek, toplansak sobanın başında ellerimizi uzatarak. soba fırınından cevizli çörek çıksa, çay yanında da. ayaklarımız ısınsa. kenardaki kanepeye doluşsak. bir battaniye örtülse üstümüze. sütlü kahvelerimiz uçarak gelse. film başlasa.

sabahları hep daha soğuk olur. yorganın altından hiç çıkmak istemesek. üşümemek için her zamankinden hızlı giyinsek. işimize, dersimize gitsek, yanmayan kaloriferleri şikayet etsek. kalın montlarımızla küçücük sandalyelere sığmaya çalışsak. soğuktan burnumuz aksa. tam bu sırada sıcacık bir çay ikram edilse. yanında da üzümlü kek varsa. tüm yaz mevsimlerinden daha keyifli olur.

eve gitmek için servis beklesek. yollar kapalı oluğu için servis gecikse. aç kalsak. durakta oturacak yer olmasa. victor hugo karakterlerini anımsatsak. otobüsün içine sıkışarak sığsak. fazlaca oksijen tükenmesine rağmen içerisi ısınmasa. soğuktan sızlayan ayak parmaklarımızın üstüne bassalar. eve gelince montumuzu bile çıkarmadan koltuğun üstüne uzansak. ellerimize hohlasak kızaran burnumuzu ovarak ısıtmaya çalışsak. o sırada bir bardak çay gelip avcumuza konsa. tüm yaz mevsimlerinden daha dinlendirici olur.

işten atılsak kışın başlangıcında. banka haciz gönderse. kiramızı ödeyemesek. evden çıkartılsak. barınma evlerinde yer kalmasa. inşaatlarda konaklamamıza izin verilmese. bulduğumuz çöpleri yakarak ısınmaya çalışsak. kibritimiz bitse. cenin pozisyonu alıp titresek. o sırada gökten zembille bir bardak çay inse. tüm yaz mevsimlerinden daha sıcak olur.

tekrar hoşgeldin son bahar. e hadi bi çay yapta içelim:)

luna ayda, luna parkta, luna ekmek üstünde...vs. gibi seriler yapmayacağım korkmayın:) (itiraf edeyim ben bile korktum uykum kaçınca; bu defa luna nerede diye)

erken kalkılması gereken sabahların gecelerinde vuku bulur uykunun alıp başını gitmeleri. akıllıcadır bu zamanlı ayrılış. pek önemsenmez çünkü yokluğu akşama kadar uyuma imkanı olan gün öncelerinde. nasıl ki diğer gecelerde yalnız bekler sahip olunmayı sabahlara kadar bu gibi gecelerde de habersizce gider bekletmek için.

sabaha kadar ayakta kaldığım günlerin bedelini ödüyorum. gerçek bir aşık olmamalıyım ki; söz veremiyorum uykuma bir daha bekletmeyeceğime dair. gözlerim kapalı bekliyorum en fazla yarım saat, sürpriz yapar gelir diye. gelmeyince yakıyorum ışığı. aklıma düşmüyor değil onun için endişelendiğimi sanması, bana ders verdiğini sanarak bir taraftanda yalnızlığıma üzülmesi. oldukça vicdansız olmalıyım ki yokluğuna dertlenmiyor gelene kadar oyalanacak şeyler buluyorum. geldiği zaman hiç bir şey sormadan sokulup yamacına uyuyacağım gerçeği ise duyarsızlığımı işaret edebilir. belki geldiği zaman bile bekleteceğim işim bitsin diye.

o ne mükemmel bir aşıktır ki, yine de alacak beni koynuna. umursamazlığıma içerlese de yakınmayacak. bahsetmeyecek yokluğunu farketmeyişlerimden, başka uğraşlarımdan.

çünkü bilir. kısa süreli yokluğuna alışkınlığımı. hele iki gün gelmesin nasıl perişen kaldığımı. ellerimin titrediğini, beynimin durduğunu, gözlerimin karardığını, rengimin sarardığını.

ama hiç bilmez; gece onun hakkında yazdığımı.

_bir süre sonra_

sanıyordum ki uyumam gerektiğini iyi bildiği için fazla bekletmeyecek gelecek. bu sanıdır işte duygusal gece yazısına neden. ancak insan ne kadar hoş görülü, ne kadar sükunetle karşılasa da olayları (ve ne kadar hatalı olduğunu bilse de) kritik anlarda karşı tarafın her şeyi göz ardı edip yanında olmasını bekliyor. bu bencilce içgüdü belki uyku aleminde yoktur. bu yüzden tartışırız da bazen. ikimiz de birbirimizi bencillikle suçlarız. uykunun tuzu kuru, tek uğraşı benim. kavgadan zararlı çıkanda. ne de olsa iyi bilir; sabaha kadar beklesem hatta işlerimi halledemesem de -en nihayetinde- geldiğinde yine ona sarılacağımı. belki de gerçek aşık benimdir her şeye rağmen. ya da bu tamamen çıkar ilişkisidir; ben uyumayı gerçekten sevmiyorumdur, o da beni.

park

00:19 15 Eylül 2009 Salı

bir kolundan tuttuğu tavşanını sürükleyerek yürüdü. tüm salıncakların dolu olduğunu görünce yerden hiçte yüksek olmayan kaldırım taşına oturdu. dirsekleri dizlerinde ellerini yüzüne yaslamış beklerken tavşanın hala tek kolundan tutuyordu. saçlarını taramış renkli bir tokayla toplamıştı. salıncak geri giderken yüzüne gelirse saçları, toparlamak için ellerini bırakması gerekirdi çünkü. bacağının dikişleri sökülmüş tavşana devamlı salıncağa binmenin ne kadar zevkli olduğunu anlatmıştı.

ilk defasında sallanmayı becerememişti. kendisinden yaşça biraz büyük bir erkek çocuğu nasıl tek başına sallanabileceğini göstermişti. salıncak geri giderken bacaklarını arkaya çekmeliydi, ileri giderken öne uzatmalıydı. belki başka şeyler de vardı ancak çocuk konuşurken düşmüş ve annesi tarafından götürülmüştü.

ayaklarıyla toprağı ittikten hemen sonra bacaklarını da arkaya çekmişti, öne doğru uzatmıştı salıncak ilerlerken. geri, ileri,arkaya, öne... hızlanıyordu. ileriye giderken -en yukarıdayken- bulutlara yaklaştığını sanıyordu. gerilerken üzülmüyordu bulutlardan uzaklaştığına,
hız kazanacağı için. salıncak durduğu zaman toprakta oluşan sürüklenme izlerine baktı. ne kadar uzunsa ayağın sürtünme izi o kadar hızlanmış demekti. hiç kanıt bırakmamak için hemen yan taraftaki kaydırak merdiveninin altındaki topraktan getirip üstüne atmıştı.

göküzüne bakarak yürümüştü o akşam. koşmuştu ya da; hatırlamıyordu nasıl gittiğini ancak söz vermişti bulutlara yine gelecekti.


oturduğu yerde ayaklarını yere sürtmeye başlamıştı aynı izi yapabilmek için. tavşan sıkıntıdan uyuyakalmıştı. parktaki son çocuk gitsin diye bekliyorlardı. kimse kalmayınca koşarak salıncağa bindi. tavşan görsün diye demirin kenarına bıraktı onu. geri, ileri, öne, arkaya... kahkaha... tavşan pek heyecanlı görünmüyordu. durdu. tavşanın tek kolunu ve salıncağın zincirini aynı eliyle tuttu sıkıca. geri, ileri, öne, arkaya... bulutlar... tavşan kahkaha atmaya başlamıştı; geriye giderken -en yukarıdayken- yerdeki toprağa bakıyordu. yaklaşırken sanki toprağı delip geçecekmiş gibi güçlü sanıyordu kendini. durdular. kaydırak merdiveninin altındaki kumlarla izi yok ettiler.

biri gök yüzüne bakarak gitti diğeri toprağa...

*pek sevgili kuzenlerime ve biricik kardeşime ithaf edilmiştir*

yazana dair

02:02 12 Eylül 2009 Cumartesi

aydan dünyaya! aydan dünyaya!
sevgili dünyalılar, bu zamana kadar bu alanda hep ayda hayat olmadığını ima eden Luna tarafından yazılmış yazılar okudunuz. nefes almanın zorluğunu hissettiniz. kendisi aydan uzaklaşamadıkça, nefessiz kaldıkça kalemine sarıldı. heveslenenlere gelip görmek isteyenlere bok mu varda istiyorsunuz diyemedi de; her cümlesinde sizi bu sapkın merakınızdan kurtarmaya çalıştı.
bir kratere gizlendi ziyarete gelen yabancılar görmesin, alıp onu götürmesin, soru sormasınlar diye. bundan haberiniz yoktu belki o yazdıkça gitmek istiyor sanıyorduz. bulunduğu durumdan hiç memnun olmasa da kurtulmaya çalışmıyordu. İÇİNDE SESSİZDİ. kadere inanmıyordu sandığınızın aksine. bir bedel varsa ödemesi gereken, "hayatın gözünden kaçsa keşke" dememişti sadece. başına gelenleri pek değiştirmeye çalışmadığından kalakalmıştı buranın orta yerinde. bunun da adını koyamamıştı- gerekli kelimeyi hiç bir zaman bulamazdı zaten. tembellik diye yorumlanabilirdi, isyan da denilebilirdi yaşanmışlıklar silsilesine, farketmediği vazgeçmişlikti belki de umudun yitimine eşdeğer, kaçmakta olabilirdi başarısızlıklardan... hiç beklemediği bir anda, nefret ettiği zorunluluklardan biriyle uğraşırken yıldızların kızı oluverdi bir anda. yakalandığı umursamazlık hastalığı dirildi ruhunda. bulamadğı kelimeyi önemsemedi artık. kraterden çıkmak için çabaladı. çıktığı anda...zamanda yolculuk başladı; garipti yazdığı gibi. kaç ışık yılı ötesine gittiğini bilmiyordu ancak tüm yıldızları görebiliyordu. çok fazlaydılar. belki 5 ışık yılı sonra ilk kez samimiydi gülümserken. karşısında ona göz kırpan milyonlarca yıldız... artık luna değildi o yıldızların kızıydı.
_gezegenlerin farkına varamadı hala
_ve diğer gök cisimlerinin
_belki ışık yılları sonra kendisine döner ay savaşçısı olur:)
galaksilerin büyüsüne kapılma Luna, sonsuzluk seni korkutmasın.
hey bekle! son bir şey daha; kara bir delik görüpte merak edersen ne var diye, sadece ama sadece yolculuk bittiğinde- keşfedecek bir şeyin kalmadıysa, sonrası hep anlamsız olacaksa- içine bak.

yaza dair

13:40 8 Eylül 2009 Salı


yazılmışta atılmışlar köşesinde 5 ay görünmekte. blogu taşıyalı 5 ay olmuş neredeyse.bu da zamanın ne kadar hızlı geçtiğinin kanıtı. mayıs aylarında kafamın içinde demirden bir bilye vardı devamlı sallanan ve haziran 18 tarihi ve sonrası için oldukça endişeliydim. demirden bilye ne zaman durdu, ne zaman eylül oldu? mayısta kurduğum hayaller bile değişmiş... sanki kumandanın düğmesine bastım ve eylüle ışınlandım:) bu da garipti.zamanda yolculuk etmek garip olduğu kadar rahatlatıcı ve dinginleyiciymiş. güzel tarafı ise zamanı atlarken beynimi olduğu yerde bırakmayışım. onu da getirmişim yanımda...

hediye:)

02:40 5 Eylül 2009 Cumartesi

şarkı koyabilme özelliğini yeni keşfetmişken bu da ortime hediye olsun;) bahsettiği albümden sadece bu parça var.

tıkla: between sheets

siteye diğer şarkılarını da kendisi yüklesin, biz de nasiplenelim:)))

evet hemen sizlerle de paylaşıyorum. daha önce bahsettiğim shenandoah adlı parçayı sonunda buldum.

bob dylan'dan dinlemek için;
tıkla: shenandoah

bruce springsteen'den dinlemek için;
tıkla: shenandoah

farkettiyseniz grooveshark tanrısal bir site... bazen üzücü olaylar güzel şeylere ulaştırır bizi. siteyi bulan ve morali düzelsin diye bir şarkıyı benim ezeli arkadaşıma göndererek bana kadar ulaşmasını sağlayan mavi saçlı kıza teşekkürler.

muavin bey oğlum

23:22 4 Eylül 2009 Cuma


kulaklarım tıklalı ve bacaklarım tutulmuş. aslında blogumu direk bu küçük beldenin nacizane otobüs firmasına ayırsam yeridir. çünkü her yolculuğumda muhakkak bir malzeme çıkıyor. ancak itiraf eteliyimki en sinir bozucu yolculuğumdu. hep beni bulur. ben de de bi gariplik var inkar etmiyorum. şaşkın, dikkatsiz ve hayal perest halimi her ne kadar ciddi, dikkatli ve pratik bir şekle sokmya çalışsam da mayam böyle her abuk sabuk olan olayı ben yaşarım. ruhuma işlemiş; kurtulamıyorum.

yolculuk için hazırlık...

sabah erken kalmış vaktinden önce tüm işlerimi halletmiştim. hatta otobüs firmasını aramıştım 4 buçuk arabasına yer ayırtmıştım. öyle tedbirliydim ki çıtır simitte schweppes mandalinamı içerken mp3 çalarımı da yola çıkacağım için kasada şarja taktırmıştım. kusursuz bir plandı. her şey yolundaydı. öyle ki yarım saat önce aşti de olacağım şekilde dolmuşa da binmiştim.


bilet alım aşaması....
aştideyim. yürüyorum bilet alacağım firmaya doğru kulağımdaki müzik: saint privattan "tous les jours" parçaya eşlik ederek hiç bilmediğim kelimeleri doğru çıkarmaya çalışıyorum. aynı anda da önümüzdeki sene fransızca kursuna gitmeye karar veriyorum. mutluyum, umutluyum, en azından bir günlük kusursuzum. firmanın önüne gelmişim. kulaklığımı çıkarıp bilet fiyatını soruyorum. bir gün önce 15 olan fiyatın 23 e çıktığını duyuncada ikinci firmaya sormak için hemen almıyorum akabinde diğer firmaya gidene kadar da olsa kulaklığımı takıyorum; est-ce ma faute qu'un joli jour je doit te quitter... diğer firmanın arabası 3 te gitmiş başkada otobüs yok zaten. bizim firmadan almak için dönüyorum. şarkı bitiyor. bileti almak istiyorum. bilet satan kişi öfkeli "sana vermiyorum yok bilet sana" ısrar ediyorum açıklıyorum dinletemiyorum. diğer firmaya gidip durumu anlatıyoru. hemen bir katakulli ayarlanıyor. o firmanın muavini kendi adına alacak. yalnız bizim adam çakal yer mi numaraı. anlamış bana aldığını satmıyor. kendi firmasının muavinini gönderiyorlar bu kez ona da satmıyor. benim adıma giden herkes bana kızarak dönüyor. en son ben tekrar gidiyorum. bana bağırmaya başlıyor; "sen saygısızlık ettin. ben lidere gidiyosan onların arabası yok dedim. geri gelirsen bilet satmam sana dedim" diyor. benim duyduklarımsa; tous ler jours... duymadım diyorum kulaklık gösteriyorum. inanmıyor. geri gelirsen bilet vermem diyince vermessen verme dediğimi iddia ediyor. tous les jour... sinirden sesim titriyor (son araba başka şansım yok). yan firmadan bir vatandaş "mübarek gün abi ne yapıyorsun" diyor. neyseki bizim firma biletimi mübarek gün (ramazan +cuma) hatrına veriyor (satıyor).

yolculuk esnasında...

yerime oturuyorum. muavin geliyor. "bizim yazanedeki abiye ne yapmışsın sen öyle" diyor. şaşırıyorum. öyle değil diyerek anlatmaya çalışırken beni dinlemiyor "anlattı bana çok ayıp etmişsin" diyip gidiyor. sinirim bozuk. yanıma oturan kadının çocuğu saçımı çekiyor. ancak akraba evliliği sonucu sakat doğduğunu anladığım çocuğa hiç tepki vermiyorum. bağışıklık sistemi çok zayıf olan bu çocuk üşümesin diye kendi havalandırmamı da kapatıyorum. bir süre sonra o acayip kokunun annesinden geldiğini anlayacağım. ve ona da katlanacapım. evdeyken hala kokuyu üstümde hissedecek olsamda. kulaklığımı takıyorum. tracey chapman dan "fast car"; but is it fast enough so we can fly away?... otobüs duruyor. bir kargaşa. 7 kişi yoldan biletsiz biniyor. ancak kargaşa kalabalıktan değil. kulaklığımı çıkarıyorum; kavga var. 4 bayan yan yana otursun diye arka koltuktaki gence kalkması söylenmiş, biletinde yazan numaralı koltuğa oturduğu için kalkmayı reddeden gençle 7 kişilik ailenin yağız delikanlısı kavga etmekte. yağız delikanlı küfürlü konuşuyor zaten kafam bulanık gibi laflar ediyor. kavga kızışınca yağız delikanlı "çekip vurucam haa" diyorki aile birden telaşlanıyor; " yapma Kasım, daha yeni çıktın". herkes sakinleşiyor. kulaklığımı takıyorum; şarkı bitmiş.

eve varış...
sakin, huzurlu yuvam. kulaklarım tıkanmış, bacaklarım tutulmuş. hemen banyoya gidiyorum. güzel kokulu duşumu alıp yumuşacık yatağıma uzanıyorum. kulaklığımı takıyorum; hooverphonic "sad song"u yeniden hissederek dinliyorum; on the train I lost my intelligence...biraz sonra blogumu açıyorum.

son not:
yazdıklarımın hiç biri hayal ürünü değil tamamen yaşanmış ve gerçektir...

the other side of monte carlo

20:31 27 Ağustos 2009 Perşembe

ingilzce yeterlilik sınavına yıllar önce girmiştim 4-5 sene önce. haziran sınavına girmek için puan toplayamamış yaz okuluna kalmıştım yaz okulunda 60 barajını geçemeyip neredeyse bir sene daha hazırlık okuyacakken eylül sınavında 62 almıştım. bu sınava (evet 5 yıl sonra tekrar) girmek için gramer çalışırken "shenandoah" kelimesiyle karşılaştım. hintçe bir kelime olan "shenandoah" yıldızların kızı" demek (daughter of the stars). boşluk doldurma sorusunu aynen yazıyorum;

"shenandoah", an indian word---(28)-----"daughter of the stars",--(29)-----to us through a popular song and Civil War story.
28- a) believed to mean
b) was believed to mean
c) believed that it meant
d) believed it means
29- a) was coming
b) coming
c) has come
d) which came

(bu arada klavyemdeki "w"tuşu biraz zor basıyor) bu soruyu okuduğum zaman artık ingilizce yeterlilik sınavının benim için hiç bir önemi kalmamıştı. çünkü "shenandoah" u çok beğenmiş zimmetime geçirmiştim. artık ben shenandoah tım. bu popular şarkıyı da en kısa zamanda eve gidince internete girip bulmalıydım. ve oradan öğrendiğime göre bu şarkı 19. yüzyıl öncesine ait bir amerika halk şarkısıymış.
"oh, shenandoah, i long to hear you,
away, you rolling river
oh, shenandoah, i long to hear you
away, i'm bound away, cross the wide missouri.

oh, shenandoah, i love your daughter,
away, you rolling river
oh, shenandoah, i love your daughter
away, i'm bound away, cross the wide missouri.

oh, shenandoah, i'm bound to leave you,
away, you rolling river
oh, shenandoah, i'm bound to leave you
away, i'm bound away, cross the wide missouri.

oh, shenandoah, i long to see you,
away, you rolling river
oh, shenandoah, i long to see you
away, i'm bound away, cross the wide missouri"

rivayetlerden biri bu şarkının gezgin bir deniz tüccarının aşık olduğu hintli kızın babasına kızı uzaklara götürmek istediğini anlatmaktadır der, diğer rivayete göre amerikan iç savaşı zamanındaki bir askerin Missouri nehrinin batısındaki shenandoah, lowa daki evinin ülkesinin özlemini anlattığı söylenir.
bu şarkı aynı zamanda da kaçan kölelerle de ilişkilendirilirmiş çünkü nehir onların izlerini kaybetmiş.
bu kadar bilgiden sonra sıra şarkıyı bulmaya gelmişti. tanınmışlardan bob dylan ve bruce springsteen in bu şarkıyı söylediğini öğrendim. hemen umutla müzik klasörümü açtıysamda bu şarkı yoktu. bob dylan ın down in the groove albümündeymiş.

giriş kısmını fazla uzatmadan sizlere yeni tecrübelerimden birini anlatacağım. yakın arkadaşlarım bilir bir smith wesson model 36 istediğimi (muhtemelen ruhsatsız çünkü araştırdığımda gördüm ki silah ruhsatı almak hiç te kolay değil). ve küçük kamyonetimizle tatile çıkacağım ortim. bir çok kez poligona gitmeye yeltenmiş olsamda bir türlü fırsat olmamıştı ve silahlarla ilgili tek deneyimim 9 yaşlarındayken babamın bir arkadaşının attığı tüfek mermilerinin kovanlarını toplamaktı. ben yinede bir smith wesson hayali kurmuştum bir iki sene önce. ve dedemin tüfeğinin bizim eve girmesiyle ben de atış talimlerine başladım. monte karlo çifte kırma av tüfeği. yaklaşık bir 40 yıllık tüfek ama sağlam, fazla da sarsmıyor. gerçi benim naciz kolumda hafif bir morluğa vesile oldu. boş tüfekte öğrendiğim nişan alma taktiğini kullanarak tetiği çektiğimde ilk atışımla ilk şişemi vurmuştum. çok büyük bir iş başarmışım gibi gururlandım (demekki insanın elle tutulacak pek başarısı olmayınca atışa merak duyuyormuş) öyle görünüyorduki benimle gurur duyan bir başka kişi daha vardı 11 yaşındaki bir çift göz koşarak boynuma sarıldı. gözleri parlıyordu. ikinci şişemi de vurdum ve bizim ufaklık koşarak yeni şişelerimi yerleştirdi. şişe vurmak konusunda tatmin olduktan sonra hareketli hedefler aramak istedim içgüdüsel olarak. seviye atlamıştım artık daha zoruyla uğraşmam gerekiyordu. ilk akla gelen her ne kadar kuş olsa da ben çevre yoluna bakan evimizin balkonunda oturup yoldan geçmekte olan arabaları vurmayı tercih ettim. (devamında size vurduğum arabaları anlatmak isterdim renklerini modellerini ancak gelin görün ki insansız giden araba bulamadım:) kuş demişken balkonumuza bir kırlangıç yuva yapıp yumurta bırakmıştı iki tane yavrusu oldu. anne kırlangıcın adını cemile koyduk. bir de türkü söylüyoruz her sabah ona; "cemilemin gezdiği dağlar meşeli..." yavrulardan birinin adı "gaydırı" diğerini adı "gubbak". tek amaçları temel ihtiyaçlarını karşılamak olan bu harikulade yaratıklar ne zaman giderse o gün uydumuzu takıp televizyonumuzu kuracağız.

resim

00:27 16 Ağustos 2009 Pazar

resmettik hayatın kalıntılarını
bakıp bakıp gülüyoruz
rengarenk boyalar elimizde
güzelleştirmeye çalışıyoruz
yıpranmış bazılarımızın kağıtları
bazısında pek renk yokken
ya hep kara kalem çalışanlar
sağdan soldan kolaj yapanlar var
bakıp benzetmeye çalışanlar
ne yapacağını unutmuş
resmin içinde kaybolanlar var
kiminin kağıdı tertemiz
kalıntılarla uğraşmaz onlar...

* ortime ithaf edilmiştir*

savaşa hayır

23:12 7 Ağustos 2009 Cuma

yazacak... yazmayacak.. yazacak... yazmayacak... aaa yazacak çıktı demekki yazacak :))
çokça uzun süre sonra yaşamanın güzelliğine dair bir cümleyi ufuğa gönderdiğim elektronik postada kurdum. enteresandır bu aralar haleti ruhiyemin görece iyi olduğunu da o cümleyi kurduktan hemen sonra farkettim. bu farkındalığın bende yarattığı sarsıntıyı halen üzerimden atabilmiş değilim. ilginçmiş iyi olmak. nasılsın sorusuna iyiyim diyebilmek. kafam da güzel değil oysa. ne alkol ne tütün ne de başka tür nevale. hiç alışkın olmadığım bu his nedensizce belirli bir kafa rahatlığıyla yerleşiverdi içime. içimden cümle halinde dışarı çıkınca da hafifleyip uçuverdim sanki. başka bi kafa bu hiç, hiç bir tüketim maddesinin daha önce oluşturmadığı bir kafa. nedense umutla doldu. ve ufuğa mail yazarken oluştu. radyasyondan mı acaba? manyetik dalgalar beynime hasar verdi de mal mı oldum? mutasyon mu geçirdim yoksa?değişik bir virüs mi yayıyor yoksa yenilenen teknoloji. halkı mal yapmak bulunduğu durumdan mutlu etmek kabulenmelerini sağlamak için? ufuk sana da bulaştı mı? okumasaydın postayı? henüz çok geç değilse okumadan sil. yok ya da oku. bu kafa değişik bi kafa. uçarcasına, takmazcasına... biyolojik bir savaşın silahı değildir sanmam çünkü okuma aşkını alamadı, ya da araştırma sorgulama isteğini. bir silah olsaydı üretimi engellerdi bakın halen yazmaya devam ediyorum. belkide uzun dönemde gösterecektir etkisini. yavaş yavaş eritip beynimi yok edecektir sorgulayıcı kitlemi. belki yazma yetimi yavaş yavaş kaybedeceğim. GARİPÇE iyiyim. esasında iyiyim demek abartılı geliyor. o kadar alışmışımki hiç kullanmamaya sanki ulaşılması imkansız gibi. kötü değilim desem... bu da olmadı tam kelimesini bulamıyorum. etkisini görüyormusunuz kelimeleri seçemiyorum tıkandım kaldım. ah bu kafa nasıl bir kafa? bir kelime.... bir kelime... ama hangisi?

yerleşik bina

01:39 1 Ağustos 2009 Cumartesi


cebinizde pek paranız yoksa ve büyük şehir belediyelerine uzak bir küçük şehir belediyesine bağlıysanız, kitabevi aradığınız zaman sonuca en yakın bulgu kırtasiyelerse halk kütüphanesi tek çaredir. gelin görünki kimi belediyeler bir halk kütüphanesi binasını bir öğretmen lisesine çevirmek için belki yaz aylarını seçmekte haklıdır. oysa yaz ayları ders yoğunluğu olmadığı için kitap okunacak en güzel zamanlardır ve kütüphane bu sıcak aylarda bunalmadan kitap okumayı sağlayan serin ve en uygun mekandır. öncelikle neden bir şehre daha öğretmen lisesi yapılmak istenir. zaten yeterince işsiz öğretmen ve atanabilme umuduyla öğretmen olmaya çalışan fazlaca lise mezunu varken. daha kaliteli öğretmen yetiştirmek için zırvaları yapmayın. sadece öğretmen lisesi mezunları mı öğretmen oluyor? hayır neye göre kime göre kaliteli bir de? oldukça göz dolduran ama hiç te cep doldurmayan ek puanlarıyla belki de hiç istemeyen kişilerin öğretmenliği seçmesini sağladıklarını inkar edemem. pek daha kaliteli öğretmen için öğretmen lisesi destekçileri didğer liselerin öğretmenliğe girmesini engellemek gibi oldukça nacizane bir fikriniz var mı? bakın böylece sadece kendi ideolojinize uygun yetiştirdiğiniz insanları öğretmen yaparsınız:) iyi fikir değil mi haydi bakalım siz bu yöntemeliği değiştirmekle uğraşadurun dönelim bizim halk kütüphanesine. tekrarlamaları sevmesem de vurgu için gerektiğine inanırum; yaz ayları, küçük bir şehir( belde, ilçe, kaza), kitabevi bulunmayan çarşı, okumak isteyen beyinler, ve taşınacağı için okuucuya kapalı bir kütüphane. sizin okurken belki farketmediğiniz bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. öğretmen lisesine dönüştürelecek kütüphanenin planı bir lise için oldukça uygun olmalı buradan da kütüphane binasının zaten öncesinde bir lise binası olarak tasarlandığını anlayabiliyoruz. kimbilir amaçlanan okul ne gibi nedenlerle kapatıldı. bir gurup kişinin kütüphanemiz yok okulu kapatıp kütüphane yapalım demesiyle mi sandınız? ne okulu olması planlanıyordu bilinmez, hangi amaca hizmet edecekti bilinmez, bu bilinmezliklerin üstünde ise bir bilgi diyarı. kitapsız kalmak bir sonuç ancak diğer bir sonuçsa: bu küçük şehrin asla köklü bir kütüphanesi olmayacak. okul her şeyi çözer zaten, eğitim şart diyip durursunuz kimi eğiteceğinizden habersiz. eğitim eiyince aklınıza okul mu gelir sizin hemen. eğitimi sağlayan da öğretmendir ya en kutsalıdır değil mi? öğretmen lisesi yapın siz. biçimlendirilmiş eğitim sisteminize uygunverileri aktaracak ve nesilleri sizin istediğiniz gibi biçimlendirecek öğretmenler yetiştirin. ne o kızdınız mı? "öğretmen bir sanatçıdır, eline hamuru yoğurur şekil verir" masalına mı inanıyorsunuz siz hala, büyümediniz mi? sanatçılık yaratıcılık gerektirir. öznel yaratımları getirir. öğretmen kendi yaratıcılığına kullanarak öznel kendi tasarladığı bireyi yetiştiriyor, kendi tasarladığı müfredatı uyguluyor ya... öğretmen liseleriyle daha sanatçı ruhlu daha özgür daha bağımsız öğretmen yetiştirilecek ya. bozuk düzenin eğitim sistemini uygulamayı reddeden ama kendi yarattığı sistemin de işe yarar olması gerektiğinin ve toplumsal sorunların farkında felsefesi olan öğretmenler yetiştirecekleri için sayılarını artırmaları çok normal... hepimiz öğretmen liselerine tapıyoruz. benim evimi de yıkın onu da öğretmen lisesi yapın.

burton ve alice

01:04 29 Temmuz 2009 Çarşamba

orticanımın pek bir sevdiği ve beni de heveslendirdiği coraline i buradan duyurmak istedim. sitesine girin pek sevgili okuyucularım. http://www.coraline.com/ bayılacaksınız.
ve hemen filmini izlemek isteyeceksniz.
ama asıl duyurmak istediğim (beni asıl heyecanlandıran) burton'un çektiği martta vizyona girecek alice in wonderland. sanki bana hediye etmek için yapılmış bir film. elbet içinizde kızanlarınız olacak filmi kendime mal ettiğim için. umursamıyorum. beni şimdiden heyecanlandıran alice, burton ve carter birleşimi deep'i de unutmamalıyım. bu oyuncu kadrosulya ve yaratıcı fikirleriyle burton'u kıskanmayan insan yaşamıyor demektir. ve benim tanrım, benim yaratıcım o. bir tim burton karakteri olmak... her halde büyüyünce ne olacaksın diyenlere bu cevabı veriyordum:)) oyuncu olarak değil, bu karakterin gerçek hali olmak. canlı olmam şart değil. kağıt üzerinde yazılarak ta yaratılmış olabilirim. her neyse alice in wonderland'in devamı niteliğindeki "through the looking glass" kitabını bulursanız lütfen bana alın. ben bulamadım. belki ben beceriksizimdir oldukça... bu film için gerçekten heyecanlanıyorum vizyona girdiği ilk gün gideriz artık sakın plan yapmayın. hem alice hem burton... bu bir rüya olmalı...
White Rabbit - Jefferson Airplane
One pill makes you larger
And one pill makes you small
And the ones that mother gives you
Don't do anything at all
Go ask Alice

When she's ten feet tall
And if you go chasing rabbits
And you know you're going to fall
Tell 'em a hookah smoking caterpillar
Has given you the call
Call Alice

When she was just small
When men on the chessboard
Get up and tell you where to go
And you've just had some kind of mushroom
And your mind is moving slow
Go ask Alice

I think she'll know
When logic and proportion
Have fallen sloppy dead
And the White Knight is talking backwards
And the Red Queen's "off with her head!"
Remember what the dormouse said;
"Keep YOUR HEAD"

_jefferson airplane_
buraya filmin fragmanını da koymak istedim ancak kendi bilgisayarımda olmayışım ve kısıtlı imkanlarım buna engel oldu....
her neyse siz fragmanı mutlaka izleyin:
http://www.traileraddict.com/trailer/alice-in-wonderland/teaser-trailer
ve bu dönem (ki benim için berbat bir son dönem olacak bildiğiniz gibi) şubata kadar beyaz tavşanı takip edeceğim. some kind of mushroom a da ihtiyacım olacak. bu film bana şubat mezuniyetimin hediyesi olacak:)))
hepimize iyi seyirler....